Felsefe hakkında her şey…

Ulukurtların ‘geri dönüşü’ genetik mühendisliğinin etkileyici bir başarısıdır; yok oluşun tersine çevrilmesi değil…

20.04.2025
Ulukurtların ‘geri dönüşü’ genetik mühendisliğinin etkileyici bir başarısıdır; yok oluşun tersine çevrilmesi değil…

Bugünlerde ulukurtlardan yünlü mamutlara kadar, nesli tükenmiş türleri yeniden dünyaya getirme fikri kamuoyunun dikkatini cezbetmiş durumda. Amerikan biyoteknoloji şirketi Colossal Biosciences, en ileri genetik mühendiliği yöntemlerini kullanarak uzun zaman önce nesli tükenmiş olan hayvanları geri getirme yönündeki iddialı çalışmalarıyla gündemi meşgul ediyor.

Şirket kısa bir süre önce, en son 10.000 yıl önce Kuzey Amerika’da hüküm sürdüğü düşünülen efsanevi bir yırtıcının, ulukurtların temel özelliklerine sahip olan kurt yavrularının dünyaya getirildiğini duyurdu. Bu, nesli tükenmenin sadece ortadan kaldırılmasının değil, aynı zamanda yakın bir gelecekte gerçekleşmesinin de önüne geçilebileceğinin bir göstergesi olarak görülüyor.

Tüm bunlarla beraber bilim ilerledikçe daha derinlikli sorular da ortaya çıkıyor. Örneğin bu genetik başarının gerçek bir yeniden doğuş sayılabilmesi için sonucun nesli tükenen canlılara ne kadar yakın olması gerekiyor? Soyu tükenmiş bir canlının genomunun yalnızca bazı parçalarını kurtarabiliyorsak ve geri kalanını modern ikâmelerle inşa etmemiz gerekiyorsa bu, gerçekten soyu tükenmeden kurtarmak mıdır, yoksa sadece soyu tükenenlere benzer ama onlar olmayan yeni türler mi yaratıyoruz?

Soyu tükenmek, halk arasında genellikle Jurassic Park tarzı yeniden diriliş imgelerini çağrıştırıyor. Bu da nesli tükenmiş bir hayvanın modern dünyada yeniden doğuşu anlamını taşıyor. Bilimsel çevrelerdeyse bu durum seçici üreme, klonlama ve giderek artan bir şekilde genom düzenleme yoluyla sentetik biyolojiyi ifade ediyor. Sentetik biyoloji ise doğada bulunan sistemlerin yeniden tasarlanmasını içeren bir alandır.

Peki ulukurt çalışmalarının yapıldığı laboratuvarda tam olarak ne oldu? Colossal‘da çalışan bilim insanları öncelikle 13.000 yıllık bir diş ve 72.000 yıllık bir çene kemiği de dâhil olmak üzere fosilleşmiş ulukurt kalıntılarından antropojenik DNA elde ettiler. Bu örneklerden yola çıkarak genomu, yani hücrelerdeki DNA’nın tamamını dizileyip günümüzde yaşayan bozkurtlarınkiyle karşılaştırdılar. Böylece soyu tükenmiş hayvanın görünümünde kilit rol oynayan yaklaşık 20 genetik farklılık tespit ettiler. Bu farklılıklar, tek nükleotid polimorfizmleri ya da SNP’ler olarak bilinen genetik koddaki küçük değişiklikleri ifade etmektedir.

Bu özel SNP’ler daha sonra DNA düzeyinde incelikli düzenlemelere olanak tanıyan hassas gen düzenleme aracı CRISPR-Cas9 kullanılarak bozkurdun genomunda yeniden düzenlendi. Elde edilen değiştirilmiş hücreler, taşıyıcı evcil köpeklere implante edilen embriyoları oluşturmak için kullanıldı. Doğan yavruların ulukurtların karakteristiği olduğu düşünülen bazı özellikler sergilediği gözlemlendi: bozkurdunkinden daha geniş omuzlar, daha büyük vücutlar ve açık renk postlar.

Ancak bu durum mühim bir soruyu gündeme getiriyor: Bu hayvan, bozkurtlardan gerçekte ne kadar farklı?

Bu çalışmanın getirdiği sınırlamaları anlamak için hayvanlar âlemindeki en yakın akrabalarımız olan şempanzeleri ele alalım. İnsanlar ve şempanzeler birbirlerinin DNA’larının yaklaşık %98,8‘ini paylaşırlar; ancak bu iki tür arasındaki davranışsal, bilişsel ve fizyolojik farklılıklar oldukça belirgindir. %98,8 kulağa oldukça benzer iki türü ifade ediyor gelse de bu, DNA baz çiftlerinde kabaca 35-40 milyon farklılık bulunduğu anlamına gelmektedir.

Şimdi, korkunç kurtlar ve ulukurtlar arasındaki evrimsel ayrımın 300.000 yıldan daha uzun bir süre önce gerçekleştiğini ve iki popülasyonun bundan çok daha önce genetik olarak farklılaştığını göz önünde bulunduralım. Bu da ulukurtlar ile bozkurtlar arasında çok daha fazla genetik farklılık olabileceği anlamına geliyor. Milyarlarca baz çiftinden 20 SNP’nin düzenlenmesi evrimsel açıdan çok küçük bir değişikliktir.

Peki bu konuyu nereye bağlayabiliriz? Bu hayvanlar ulukurtlara benziyor olsalar da kesinlikle ulukurt değiller. Onlar birkaç estetik değişiklik yapılmış bozkurtlar. Bu açıdan bakıldığında proje, soyu tükenmiş bir türün gerçek anlamda yeniden canlandırılmasından ziyade, genetik mühendisliğinin dikkate değer bir örneğini temsil ediyor diyebiliriz.

Bu yine de olağanüstü bir başarıdır. Eski kalıntılardan işe yarar DNA elde etmek, bunu doğru bir şekilde sıralamak, uygun genetik varyantları belirlemek ve bunları başarılı bir şekilde düzenlemek, ardından bu bilgilere dayanarak hayvan türlerini geliştirmek övgüye değer dönüm noktalarıdır.

Bu projeyle birlikte geliştirilen teknikler, özellikle genetik hastalıklar ve soy içi üremeden kaynaklanan problemler yaşayan nesli tükenmekte olan türler için uygulama alanı bulabilir.

Bu çalışma aynı zamanda sentetik biyolojinin yapabileceklerinin sınırlarını da genişletiyor. Bir genomun içinde veya dışında belirli özellikleri değiştirme kabiliyeti sadece bilimsel araştırmalar için değil, potansiyel olarak halk sağlığı, tarım ve ekolojik iyileştirme için de değerlidir. Ancak bu yeni yöntemler yeni sorumlulukları da beraberinde getiriyor.

Bu taklit kurtlar vahşi doğada nasıl bir rol üstlenecekler? Acaba bu canlılar benzedikleri nesli tükenmiş yırtıcılar gibi mi davranacak, yoksa sadece şekil olarak mı atalarına benzeyecekler? Ekosistemler hassas bir şekilde dengelenmiş karşılıklı etkileşim ağlarıdır, kadim bir üstün yırtıcıya benzeyen ancak onunla aynı olmayan bir canlının doğaya eklenmesi öngörülemeyen sonuçlar doğurabilir.

Genç kurtların 2,000 dönümlük bir doğa koruma alanında gizli bir yerde yaşadıkları söyleniyor. Bu nedenle, koruma alanı 10 metrelik bir çitle çevrili olsa da kurtların dolaşmak için bolca alanı var ve bu hayvanlar diğer yabani hayvanlarla karşılaşabilirler.

Bazı araştırmacılar, kaybolan türlerin peşine düşmek yerine, hâlen sahip olduğumuz biyolojik çeşitliliği korumaya odaklanmamız gerektiğini savunuyorlar. Yok oluşu engellemek için harcanan kaynaklar, yaşam alanlarını korumak, tahrip olmuş ekosistemleri restore etmek ve günümüzdeki nesli tükenmeleri önlemek için daha iyi harcanabilir.

Colossal‘ın ulukurt projesi bir yeniden doğuş değil, bir taklitten ibarettir. Ancak bu, projenin değer taşımadığı anlamına gelmiyor. Bu bize genetik biliminin olanaklarına dair bir bakış açısı sunuyor ve nesli tükenmiş türleri “geri getirdiğimizi” söylediğimizde ne demek istediğimizle ilgili temel soruları beraberinde getiriyor.

Ama sonuçta mesele ölüleri geri getirip getiremeyeceğimiz değil. Bu, yaşayanları yeniden yaratacak güçle ne yapacağımızla ilgilidir.

Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...