Felsefe hakkında her şey…

Toplulukçuluk Nedir, Ne Demektir?

13.11.2019
Toplulukçuluk Nedir, Ne Demektir?

Toplulukçuluk, toplulukçu düşünürlerin liberalizme yönelik eleştirilerinin toplandığı bir ana başlıktır. Bu eleştiriler üç başlık altında toplanabilir: antropolojik eleştiri, normatif eleştiri ve adalet-iyi tartışması.

Liberalizmin bireycilik ve özgürlük kavrayışları karşısında toplum ve eşitliğin savunusunu yapan sosyalizmin, SSCB’nin dağılmasının ardından giderek kuramsal tartışmalar içerisindeki ağırlığını yitirmesi, eleştirel perspektifin içerisinde de bir yenilenmeye yol açmıştır.

Özellikle 1980’lerden sonra sosyalizmin soyut bireycilik üzerine eleştirilerini devralan toplulukçuluk, liberalizmle yeni bir dikhotomi oluşturarak siyaset felsefesi tartışmalarına dâhil olur.

LİBERALİZME KARŞI GELİŞTİRİLEN TOPLULUKÇU ELEŞTİRİLER

ANTROPOLOİK ELEŞTİRİLER

Liberaller ve cemaatçiler arasındaki tartışmanın belkemiğini aslında liberalizme yönelik normatif saptamaların eleştirisi oluşturur.

Ancak toplulukçu geleneğin önde gelen isimlerinden Charles Taylor, normatif eleştirilerin kökeninde, liberalizmin bireyleri ontolojik açıdan yersiz-yurtsuz olarak tanımlamaları olduğunu ileri sürer (Taylor 2006, s. 77-104). Taylor’a göre, bir adaletten söz edilecekse bunun ancak ontolojik olarak koşulların içindeki bireyler bağlamında anlamlı olabileceğini ileri sürer. Oysa liberal kuram bireyleri tüm toplumsal ve ilişkiler bağlamlarından kopartarak etnik, cinsiyet, kültür, siyaset ya da din gibi aidiyetlerini görmezden gelir. Böylece liberalizmin birey tanımının içeriğini dolduran bireyler, bir anlamda ontolojik olarak yok olan bireylerdir.

Aslında liberalizmin bireylerin ontolojik açıdan belirlenmişliklerini reddetmelerinin temelinde, negatif özgürlük ve adalet anlayışlarının etkisi bulunur. Negatif özgürlük, daha önce de açıklandığı gibi, bireyin seçimlerini müdahale görmeden yapması anlamına gelir. Bireylerin önlerindeki seçenekler ne kadar çoksa bireyin özgürlüğü de o denli çoktur. Bireyler seçimlerini bütünüyle kendi çıkarları, istekleri ve akılcı hesaplamaları doğrultusunda gerçekleştirirler. Bireyi belirli bir aidiyetle tanımlamanın, bireyleri belirli seçeneklere yönlendireceği ve seçenekleri sınırlandıracağı açıktır. Bu açıdan bireylerin ontolojik boyutta bir aidiyetle tanımlanması, liberaller açısından öncelikli olarak özgürlük kaybını gösterir.

Bireyin belirli aidiyetleri zorunlulukla taşıyor oluşu düşüncesinin aksine, liberaller açısından birey, inançlarını sorgulayıp değiştirebilecek, belirli grup ya da faaliyetlere katılıp katılmamayı tartışma konusu yapabilecek özgür iradeye sahiptirler. Başka bir ifadeyle, liberal değerlendirmelerde birey, belirli eylemleri seçmede ve eylemi gerçekleştirmede kendi sorumluluğunu üstlenen ve bu sorumluluğu üstlenirken rasyonel ölçütlere başvuran bir varlıktır. Bu nedenle Rawls, “ben”in amaçlara öncelikli olduğunu ileri sürerek, bireyin amaçları ve kimliği arasındaki mesafeyi ifade eder (Rawls 1999, s. 450-456).

Liberalizmin birey kavrayışı, kaynağını Kant’ın “aşkın özne”sinde bulur. Kant etiğinin öznesi olan aşkın özne, kararlarını tüm toplumsal koşullardan ve bağlamdan bağımsız olarak alır. Ancak bireyleri ontolojik boyuttan bütünüyle kopartan birey düşüncesi, toplulukçulara göre antropolojik açıdan kusurlar içerir. Her şeyden önce liberal birey tarihselliğinden ve toplumsallığından kopartılmış evrensel bir figürdür. Böylesi bir antropolojinin en sert eleştirilerinden birini yapan Michael Sandel, liberalizmin bireyini etsiz-kemiksiz bir varlık, angaje olmayan köksüz bir özne (unencumbered self) ya da tamamen varoluşu bulunmayan bir ruh olarak tanımlar (Sandel 2006, s. 214). Liberalizm ve Adaletin Sınırları adlı eserinde Sandel, özellikle Rawls’un “hakkaniyet olarak adalet” kuramını eleştirerek, adalet ilkelerini her türden toplumsal bağlamın dışında sadece aklın yol göstericiliğiyle belirleyen birey düşüncesinin iki açıdan hatasını gösterir. Sandel’e göre Rawls’un kuramının ilk hatası, normatif açıdandır. Rawls, hiçbir etik amaçsallığın kendiliğinden değerli olmadığını görememiştir (Berten, vd. 2006, s. 190). Bireysel kimlik, saf bir bilinç tarafından seçilmiş eylemlerin toplamı olamaz. Bazı etik amaçları değerli kılan, yine zeminde toplumsal bir varlık olarak karar veren bireyi gerektirir. Başka bir deyişle, Rawls’un saf bilinçle alındığına inandığı adalet ilkelerini değerli kılan, yine bu ilkelerin değerli olduğu konusunda yol gösterici başka bazı ilke ve değerleri gerektirir. Sandel’e göre Rawls’un ikinci hatası ise antropolojik boyutta birey kimliğine ilişkin yaptığı saptamadır. Toplulukçu kuramcılara göre birey sosyal kurumlardan ve değerlerden önce gelmez; aksine bireyleri yaratan içinde bulundukları sosyal kurumlar ve değerlerdir (Barry 2003, s. 28). Bu açıdan “Ben kimim?” sorusunun yanıtı, evrensel bir birey imgesiyle değil, bireyin kendi özel tarihiyle ilgilidir (Tunçel 2010, s. 66-67). Bireyin kimliği, içinde toplumsallaştığı ve değerlerini öğrendiği toplum tarafından yaratılan bir kimliktir. Liberalizmin bireyinin hiçbir yerde olmayışına karşın, toplulukçuların tanımındaki birey, bir toplumda varolan bireydir ve bu birey kendisinden önce topluma karakterini veren değerlerin taşıyıcısı olan gerçek bir bireydir. Charles Taylor’ın deyişiyle, bireyin kimliği “şimdiden-orada”dır (Taylor 1989). Bir kişinin kimliği sahip olduğu değerler ve amaçlarla belirir. Bu değerler ve amaçlar, bireyin kendisinden önce de toplumda zaten bulunurlar. Birey yaptığı seçimlerle, sadece toplumda varolan bu değer ve amaçları onaylamış olur. Bu durumda, Rawls’un aksine, bireyin toplumdan önce değer ve amaçları olamaz. Bir topluluğu topluluk yapan da bireylerin tümünün onayladığı ortak değer ve amaçlara sahip olmasıdır. Dahası bireyler gerçek hayatlarında, topluluğun sahip olduğu değerler ve amaçlar dünyasında yaşamlarını sürdürürler. Toplulukçu geleneğin bir diğer önemli ismi Michael Walzer, liberalleri gerçek hayatı yanlış anlamakla eleştirirken; ortak değer ve amaçların olmadığı, bireylerin atomlar halinde yaşadığı bir toplumun büsbütün birbirlerine yabancı insanlardan oluştuğunu ileri sürer (Walzer 2006, s. 257). Bu açıdan liberallerin tasarladığı toplum, yabancıların yan yana duruşundan öte bir anlam içermez.

Toplulukçulara göre liberallerin birey tasarımı, ontolojik açıdan bölünmüş bir yapıyı gösterir. Liberal birey tasarımında, birey akıl varlığı olarak değer bulurken, kimlik ya da benlik bütünüyle yok sayılır. Toplulukçular liberallerin bu parçalı benlik algısını bireyin tarihsel ve toplumsal içkinliğini tanıyarak giderme yolunu seçerler. Bu açıdan birey, yalnızca ahlaki ve tinsel sorunlar karşısındaki tutumuyla değil, aynı zamanda içinde bulunduğu cemaatin referansıyla tanınabilir (Taylor 1989, s. 56).

Toplulukçuların bireylerin kimliklerini toplulukları bağlamında ele alışları, özellikle liberal demokrasilerin egemen olduğu çağdaş dünyada, tanınma sorununu gün ışığına çıkartır. Liberal devletin yansızlık ideali, yurttaşlar arasında ayırt edici olmamak adına, tüm bireyleri ait oldukları topluluk ve kültür referanslarından bağımsız bir biçimde ele alırken, aslında bireylerin kimliklerini de tanımamış olur. Kimlik, “(…) bir insanın kim olduğunu, bir insanı tanımlayan temel niteliklerin neler olduğunu anlaması gibi şeyleri gösterir” (Taylor 1996, s. 42). Toplulukçuların kimliklere ilişkin tanınma talepleri, liberalizmin yansız devlet anlayışını eleştiriye açarken, aynı zamanda ulus-devletin temelinde bulunan tek ulus-tek millet denkleminin de çözülmesine neden olur. Farklı kültürel kimliklerin farklı değerler ve amaçlara sahip olabileceği inancına sahip toplulukçular, bireylere gerçekten yansız kalan bir devletin kültür ve toplulukları tanıması gerektiğini ileri sürerler.

NORMATİF ELEŞTİRİLER

Toplulukçuların, bireylerin toplumsal değerlerin taşıyıcısı olduğuna dair argümanlarının bir diğer sonucu, evrensel etiğin olanaksızlığına ilişkindir. Liberaller doğrunun iyiye üstün olduğu iddiasını taşırlar.

Buna göre evrensel doğrular, toplumun iyilerine üstünlük taşır. Ancak bu iddia, toplulukçular tarafından büyük ölçüde eleştirilir. Toplulukçulara göre kişilik, topluluğun içindeki değerlerin paylaşımı yoluyla geliştiğinden, bu değerler ister istemez her türden doğruluk iddiasının da belirleyicisidir. Başka bir deyişle hukuk da dâhil olmak üzere toplumdaki tüm ahlaki ve siyasi kurumlar, evrensel etiğin değil, topluluğun değerlerinin bir yansımasıdır.

Toplulukçuluğun en tutucu isimlerinden biri olan Alasdair MacIntyre, evrensel ahlak temelinde düşünülen bireyci liberal anlayışın, bireyleri doğrulama olanaklarından da yoksun bıraktığını ileri sürer (MacIntyre 2001: 2. ve 17. bölüm). Liberal bireyci anlayış, bireyleri kendisinden önce gelen toplumsal normlardan bağımsız olarak kurgularken, bireylerin her türden eylemlerini de kendi kendilerine belirledikleri iddiasındadır. Ancak böylesi bir durumda liberaller, kendisinden başka bir şey düşünmeyen ve eylemlerini yargılayacak bir otorite de bulunmayan bencil bireyler toplumuna davetiye çıkartmış olurlar.

Ahlak-siyaset arasındaki ilişkiye bakış açısı, liberal geleneğin savunucuları olarak düşünülenler arasında görüş ayrılıklarına yol açar. Hobbes ve ardılları, denge ve denetleme mekanizması olarak gördükleri siyaset alanından ahlakı dışlarlar. Onlara göre devlet, çıkarların oluşturduğu denge durumunun ifadesidir. Öte yandan Kant ve onun izleri çağdaş dünyada süren John Rawls çizgisindeki liberaller ise, siyaseti ahlaki niteliğiyle ele alırlar.

Bu çizgide siyaset, seçilen iyileri takip etme ve diğerlerinin seçtikleri iyileri takip etme hakkına saygı duyma anlamında ahlaki bir içerik taşır. Kendi seçimlerim ve iyilerim kadar başkalarının da seçimlerine ve iyilerine saygı duyma, bireyleri bencil tutumlarından kurtaran bir adalet anlayışına yol açar. Ancak yine de adaletin belirli bir içeriğe sahip olduğu öne sürülemez. Toplulukçu yaklaşım ise Aristoteles’in toplumsal yaşamın önem ve değerine ilişkin görüşlerini takip eder. İnsanın toplumsal/siyasal bir varlık olduğu iddiasından yola çıkan toplulukçular için topluluğun anlamı, yalnızca eşit ve özgür insanların bir arada bulunuşu değil, aynı zamanda paylaşılan pratik ve anlayışlardır (Üstel 1999, s. 66-67).

Bu nedenle bireylerin eylemleri toplumsal ve ahlaki uygulamalar içerisinde bir anlam taşır. Başka bir deyişle, toplulukçulara göre siyaset, gelenek yoluyla aktarılmış olan erdemleri uygulamaya yönelik bir etkinliktir. Bu etkinlik içerisinde bireylerin topluluklarına ait değerleri koruyabilmesi, siyasal katılımı gerektirir.

Liberal demokrasiler siyaseti denge ve denetleme mekanizmasına indirgerken, ahlak ve erdem gibi eyleme yönelik değerlerin taşıyıcısı olarak da bireylerin çıkarlarını dengeleyen kurumsallaşmaları görürler. Bencil olan bireylerin çıkarları arasındaki uyumu sağlayacak olan, devlet mekanizmasının oluşturduğu kurumlardır. Bu durumda bireyleri erdemli eyleme yönelten kurumların doğru düzenlenmesidir. Oysa toplulukçular açısından ahlaki eylem ve erdemli birey, kamusal alanda değerlerinin temsilini gerçekleştiren, yani katılımda bulunan bireylerdir. Katılım, bir toplumda bulunan farklı toplulukların ahlaki değerlerinin ve bu değerler arasındaki uyumun korunmasını ifade eder. Başka bir deyişle toplulukçular için katılım, farklı “iyi”lerin kamusal alanda temsilidir.

ADİL ve İYİ TARTIŞMASI

İstisnalar olmakla birlikte, kabaca yapılan bir ayrımla, toplulukçular “iyi”, liberaller ise “adalet” kavramını kuramlarının merkezine alırlar. Bu ayrıma koşut olarak “(…) liberal tutumlar ahlaksal iken, cemaatçiler erekbilimseldir (teleolojik) ya da liberaller usuli bir bakış açısına sahipken cemaatçiler daha tözsel bakış açısına sahiptir” (A. Berten, vd. 2006, s. 29).

Toplulukçuların iyinin önceliğine dair görüşlerinin temelinde Aristoteles’in düşünceleri bulunur. Aristoteles Politika adlı eserinin hemen ilk cümlesinde her devletin iyi bir amaçla kurulduğunu ifade eder (Aristoteles 2004, s. 7).

İyi, insanların elde etmek istediği ve bu isteklerine ulaşmak için de eylemlerine yol gösterici olarak aldığı ilkedir. Bu nedenle tüm topluluklar ve bu toplulukları kapsayan devlet, iyiyi amaç edinir. O hâlde devletin iyisiyle toplulukların iyisi iç içe geçmedikçe ulaşılması istenen hedeflerin gerçekleştirilemeyeceği de açıktır. Bu nedenle devlet asla yansız olamaz. Aksine her devlet, kendisini oluşturan toplulukların iyisini taşır. Toplulukçuların, topluluğun tüm üyelerinin paylaştığı iyilerin bulunduğuna dair inancına karşılık, liberaller herkesin kendisini gerçekleştirebileceği ve kendilerine özgül iyilere ulaşabilecekleri bir koşulun neliğini sorgular.

Böylesi bir amacın altında, yukarıda da sözü edildiği gibi, liberallerin bireyci tutumları yatar. Liberaller tek gerçeklik olarak bireyi kabul ederlerken, onu her türden toplumsal değerden de ayrı kurgularlar. Bu açıdan her bireyin kendi iyisini gerçekleştirmesi, ancak adil bir koşul altında olanaklıdır. Adil koşulun tek garantisi ise, devletin yansız olmasıdır. Liberal inanç ancak yansız ve bireylere eşit mesafede duran bir devletin, tüm bireyleri kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleri bağlamında özgür kılacağını ileri sürer.

Liberallerin adalete merkezi önem atfeden bu bakış açıları, toplulukçular tarafından gevşek bağlarla birbirlerine bağlanmış bir topluma neden olduğu gerekçesiyle eleştirilir. Bireylere ortak iyi bağlamında hiçbir içerik sunmayan adalet ilkesi, topluluğun sürekliliğini sağlamada yetersiz bir gerekçe sunar. Dahası “(…) adalet merkezi kavram olarak değerlendirildiğinde, topluluğun kendinde değeri araçsal bir birlikteliğe indirgenmiş olur. Oysa topluluk, bireyin bireyselliğinin varoluşuna araçsal olmayan bir yoldan katılır” (Tunçel 2010, s. 69). Nitekim bireylerin topluluğu koruma ve sürdürme amaçları, aslında kendi varoluşlarını koruma ve sürdürme amacında olmalarından kaynaklanır. Bu gerekçe, bireylerin ortak iyiye katılımlarının motivasyonunu da sağlar.

Bu noktada katılım açısından toplulukçu gelenek içerisinde iki farklı bakış açısı saptanabilir. Bunlardan ilki topluluğun geleneksel değerlerinin kabulü ve benimsenmesi anlamındaki bir katılımı gösterir. Özellikle A. MacIntyre’ın temsil ettiği böylesi bir katılım, bireyin ahlaki aidiyetlerinin doğal bir sonucu olarak görülebilir. Bu anlamda katılım, topluluğun ortak değerlerinin ve iyilerinin sürdürülmesini sağlar. Ancak katılımın salt ortak iyilere yönelen böylesi bir anlamı, çağdaş dünyanın çoğulculuk idealleriyle uyumlu olmadığı gibi, özcü bir ontolojinin de önünü açması bakımından mikro-milliyetçiliklere neden olur. Başka bir deyişle bireyin toplulukla özdeşleşmesi, aşırı bir yorumla, ayrımcı, çatışmacı ve totaliter perspektifleri de beraberinde getirebilir.

Totalitarizm, yaygın ideolojik güdümleme ve terör üzerine kurulu geniş kapsamlı bir siyasal kurallar bütünüdür. Totalitarizm, toplumsal ve bireysel varlığın üzerinde bir iktidar kurarak, iktidar, toplum ve birey arasındaki mesafeleri bütünüyle yok eder.

Toplulukçular açısından katılımın ikinci anlamıysa, klasik cumhuriyetçi argümanların izlerini taşır. Toplulukçuluğun özellikle Charles Taylor tarafından temsil edilen bu biçiminde katılım, siyasal açıdan değerlidir. Bu türden bir anlayışta katılım, etnik ya da kültürel değil, siyasal topluluğun ortak iyilerini sürdürmede aktif görev alma istekliliğini gösterir. Antik Yunan’ın demokrasi anlayışının yeniden canlandıran bu bakış açısından, topluluğun aktif yaşamında görev alan bireyler, farklı kimliklerini kamusal alanda ortaya koyarak kendi varoluşlarını gerçekleştirebilirler. Nitekim bugün liberal demokrasilerin çoğulcu bir yapıya kavuşması gerekliliğine dair yapılan eleştirilerin altında, kimliklerin temsilinin gerçek anlamda eşitlik ve özgürlük getireceğine dair duyulan inanç yatar.

Sonuç olarak liberalizm ve toplulukçuluk arasındaki dikhotomi, özellikle liberalizmin eleştirileri üzerine yönelerek Soğuk Savaş döneminde tartışmaya açılamayan pek çok kavramın sorgulanmasına neden olur. Bu durum liberal söylemi değişime uğratır. Ancak bu süreçte değişime uğrayan yalnızca liberal söylem de değildir. Toplulukçuluğun başlangıçta salt eleştiriyle yola çıkması ve ortaya bütünlükçü projeler koyamaması büyük bir sorun olarak belirir. Bu nedenle yakın zamanlara gelindiğinde toplulukçu söylem, çoğu kez cumhuriyetçiliğin diline sığınarak siyasal proje üretmeye koyulur.

Derleyen: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 3. Sınıf “Çağdaş Felsefe Tarihi” Dersi Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...