Platon’un Devlet Anlayışı
Platon’un devlet varsayımı, tam anlamıyla, Politeia (Devlet) diyaloğunda yer almıştır.
Çeşitli kitaplardan oluşan bu ünlü eser, Platon’un Sokratik diyaloglarını hatırlatan bir konu ile başlar. Bu diyaloğun başında da “erdem”in, “adalet” in ne olduğu sorgulanır. Platon için adalet, erdemlerin en yücesidir. Yani adalet, tüm erdemleri kendisinde toplayan en yüce erdemdir. Kendisinde adalet denilen erdemi gerçekleştiren insan, en mükemmel insandır, insan idesine en çok yaklaşandır.
“Adalet nedir?” sorusunu, “Devlet” diyalogunda önce Trasymakos adlı bir sofist yanıtlar. Bu adam çok radikal (köktenci) bir sofisti temsil eder. Trasymakos adalet denilen erdemin var olmadığını, bunun insanlar tarafından uydurulduğunu, gerçekte yalnızca “iktidar” için bir kavga yapıldığını savunur. Platon bu görüşe karşı çıkar ve böyle bir toplumun yaşama şansının bulunmadığını kolaylıkla kanıtlar. İnsan, öteki insanlarla birlikte yaşama gereksinimi duyar. Başkalarına yardımcı olan insan, böylelikle başkalarının da kendisine yardım etmesine ortam hazırlamış olur.
İnsanların birlikte yaşaması, iş bölümünü gerekli kılar. İş bölümü, çeşitli işlerin ve çeşitli görevlerin değişik kişilerce paylaşılmasına neden olur. Toplum yaşamı, kişilerin birbirlerine güvenmelerini de gerekli kılar. Karşılıklı güven duygusu, öncelikle kişilerin yekdiğerine karşı adil oldukları inancını zorunlu hale getirir. Sonuçta toplum yaşamı için, bireylerin adalet denilen erdeme sahip olmaları gerekir. Ancak Trasymakos’un radikal varsayımının böylece çürütülmesinden sonra geriye bir sorun kalır: Acaba adalet, yalnızca insanların birbirlerine güvenerek yaşayabilmeleri için mi gereklidir?
Adaletin amacı, yalnızca güven duygusu yaratmak mıdır? Şayet böyle olsaydı, yani adalet yalnız sosyal yaşamda güvenin doğmasının nedeni olsaydı, bu durumda yalnızca amaç olmaz aksine araç olurdu. Toplum olanaklarından yararlanma aracı olup kalınca, kişi inanmadığı halde yapmacık davranışlarla inanıyormuş gibi yaparak, toplum olanaklarını kullanabilirdi. Aslında bunun böyle olmaması gerekir; adalet hiçbir zaman yalnızca güven yaratan bir araç olarak düşünülemez; aksine, o başlı başına bir amaçtır. Adalet duygusuna sahip olan ruh, kendiliğinden iyi ve güzel olan bir ruhtur.
Ancak bunun olmadığını anlamak için insanı ait olmadığı bütünün içinde düşünmek gerekir. Biz insanı en iyi şekilde “devlet”ten hareket ederek tanıyabiliriz. Devlet denilen kuruluş birlikte yaşayan insanların bir toplamı değildir. Aksine o bir organizmadır. Bir organizma olan devlet, insan ile aynı yapıdadır. Yani devlet büyük çapta bir insandır. Aynı şekilde insan da küçük çapta bir devlettir. Bir de birey ile devlet belirsiz bir ilişki içindedir: Yalnızca bireyler devleti oluşturmaz, devlet de bireylere “şekil” verir. Birey, içinde yaşadığı devlete benzer; devletin görünüşü nasılsa, bireyin görünüşü de odur. Mükemmel devlet mükemmel bireyler oluşturur, eksik ve yapmacık bir yapıya sahip devlet ise kusurlu ve eksik yapılı bireyler oluşturur. Platon bu görüşünü kanıtlamak için yanlış devlet şekillerinden bir kanıtlama yapar.
Yanlış devlet şekillerinden biri asker (militarist) devlet, yani askerler sınıfının egemen olduğu devlettir. Bu devlet şekline Platon “timokratie” adını verir. Ona göre bu devlet şeklini Isparta’da görmek mümkündür. Isparta gerçekten askeri bir sınıfın yönetiminde olan militarist bir devlettir. Gerçi Platon Ispartalıların yüksek özelliklerini hiçbir zaman yok saymaz, aksine onların cesaret ve disiplinlerini takdir eder. Bununla birlikte Platon, Ispartalıların devlet yönetimindeki sakıncalarını görmezlikten gelmez, o bu devletin kaba ve haşin bir yanı olduğunu çok iyi belirlemiştir. Platon’a göre böyle bir devlette “şan ve şeref’ doğal olarak, en yüksek erdem, en yüksek değer olarak yorumlanır. Bu devlet tipinde savaş kendiliğinden bir amaç olur, çünkü en yüksek şan ve şerefe kişi ancak savaş durumunda ulaşabilir. Bu devlette bireylerin ruhlarında şan ve şeref gereksinimi tüm öteki şeyleri ikinci plana iter. Böyle olunca bu devlet çok belirli bir insan tipi yaratmış olur: Bu insanda şan ve şeref tutkusu öteki tüm değerleri gölgede bırakmıştır.
Yanlış devlet şekillerinden bir başkası, özünde “servet”in egemen olduğu bir devlettir (plutokrasi). Platon’a göre bu devlet şekli, güney İtalya’daki zengin Yunan kolonilerinde görülür. Platon’un yakından gözlemlediği bu devletteki karakteristik özellik, zenginler ile yoksullar arasındaki nefrettir. Bir yanda çok zengin olanlar, bir yanda ise zengin olmak isteyen yoksullar vardır. Bu iki sınıf arasında çok keskin bir zıtlık ve kin vardır. Böyle bir devlette her şey servet ve zenginliğe yönelmiştir. Bu amaç, hem devlet ve hem de tek tek bireylerinde vardır. Bireyin ruhu için tek değerli şey vardır, servet. Öteki tüm değerler, servet karşısında ikinci plandadır. İşte bu devlette de devletin insana belli bir şekil verdiğini görüyoruz.
Üçüncü yanlış devlet şeklini Platon kendi memleketi olan Atina’da buluyor. Atina bir “demokrasi” idi ve demokrat devletin tüm kaderini Halk Meclisi ve bu mecliste esen hava belirlemekteydi. Demagoglar tarafından ustalıkla yönetilen ve diledikleri yöne sürüklenen bu Halk Meclisi’nin sürekli değişen görüşleri yüzünden Atina çok zarar görmüştür. O kadar ki bu Meclis’in dizginsiz heyecanı Atina’yı bir keresinde sonu felaket olan bir savaşa sürüklemişti. Yine bu Halk Meclisi’nin yersiz heyecanlara kapılması, haksız davaların açılmasına neden olmuştur. Nitekim Sokrates’in da böyle bir davaya kurban gittiğini biliyoruz. Böyle bir devlette yetişen vatandaşlar da zorunlu olarak, belirli bir tip oluştururlar. Bu şekildeki bir devlet sürekli dalgalanan heyecan ve tutkuların elinde perişan olduğu için, vatandaşlarına akıl değil, heyecan ve tutkular egemen olur.
Platon’a göre devlet, bireylerce kurulmuş yapay bir kurum olmayıp aynen bir canlı varlık gibi bir organizmadır. Nasıl bir yaprağın ağaca, bir organın organizmaya bağlı olmaksızın yaşamasını düşünemezsek, bireyin de devlet dışında var olabileceğini düşünemeyiz. Bunun içindir ki birey, içinde yaşadığı devletin karakter ve doğ asını taşır. Devletin bireyler üzerindeki etkisine karşılık, bireyin de devlete etkisi olabileceğini düşünebiliriz. Devlet ile birey arasındaki Platon yanlış devlet şekilleri üzerinde açıklamıştır. Söz gelişi tek yanlı bir devlet şekli olan “timokratie” (askeri devlet)’de bireyin ruhuna, tek yanlı olarak, şan ve şeref tutkusu hükmeder, tüm öteki değerler bu tutku karşısında geri plâna çekilirler. Paranın egemen olduğu devlet şeklinde birey için yalnızca kazanç tutkusu tek ölçüdür. Bu tutku tüm öteki değerleri yok eder. Sürekli değişen heyecanlarla yönetilen bir devletin vatandaşları da değişken ruhlu, esen rüzgar yönünde değişebilen insanlar olur.
Platon’a göre sonuncu yanlış devlet şekli, tek yanlı devlet şekli olan despotik (müstebit-tyrannie)devlettir. Despotik (tiran) yönetimler ya zalim ya da köle tipi insanlar yetiştirir. Çünkü zalim ruhlu ya da köle ruhlu olmak, biri ötekine sıkı sıkıya bağlı bir doğadır. Her köle zalim bir ruh taşır; köle kölelikten kurtulur kurtulmaz hemen bir zalim kesilir. Aynı şekilde zalimin de elinden olanakları alınınca hemen köle ruhlu oluverir. Sonuç olarak yanlış devlet şekillerinden her biri kendine has yanlış bir insan tipi oluşturur.
Platon’a göre tek yanlı devlet şekillerinin, ayrıca sürekli hükümet darbeleri ve sürekli devrimlere neden olmak gibi bir sakıncası da vardır. Yalnız asker sınıfının egemen olduğu bir devlette günün birinde bir darbe ile zenginler iktidarı ele geçirirler. Zenginlerin devleti, bir devrin sonunda yoksulların eline geçer. Ölçülü olmayan, yalnızca esen rüzgâra göre şu ya da bu yönde sürüklenen demokrasi bir gün zalimin eline düşebilir. İşte bu neden ile tek yanlı devlet şekilleri sürekli olmazlar, her an değişme tehlikesi içindedirler.
Acaba bu yanlış devlet şekilleri karşısında doğru olan devlet şekli hangisidir? Bu soru ile Platon’un “Politeia”sının asıl konusuna gelmiş oluyoruz. Çünkü bu diyalog öncelikle “ideal devlet” düşüncesini geliştirir. Platon’un amacının, her şeyin idesini, idealini göstermek olduğunu biliyoruz. Ona göre bilimin görevi, eşyanın şeklini değil idelerini, ideallerini göstermektir. Bilim bir şeyi olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi göstermelidir. Devlet görüşünde de bu ilkeden hareket eden Platon, bize devletin ideal şeklini gösterir.
Devlet, öncelikle vatandaşlar arasında yaşanan bir “iş bölümü”ne dayanır. Çeşitli organların organizmanın emrinde birtakım görevleri olduğu gibi, bireylerin de devlet emrinde birtakım görevleri vardır ve devlet içindeki görevlerin yerine getirilebilmesi için birtakım sınıflar oluşur. Acaba devlette ne gibi zümreler vardır? Yani devlet denilen yapının devamı için ne gibi önemli görevlerin yerine getirilmesi gerekir? Öncelikle, yaşamımızın sürebilmesi için zorunlu işleri yapacak “işçiler” sınıfına gereksinim vardır. İşçiler sınıfı; işçiler, köylüler ve zanaatkârlardan oluşur. Bunlar, aslında bedenleri ile çalışırlar ve işlerinin ürünü ile maddi gereksinimlerimizi karşılarlar. İkinci sınıf, “bekçiler” ya da “savaşçılar” sınıfıdır. Bu sınıf, içte huzur ve güvenliği sağlar, dışarıdan gelecek tehlikelere karşı devletin varlığını korumakla görevlidirler.
Platon’a göre bekçiler sınıfı, işçiler sınıfından daha önemlidir. Köylüler, işçiler ve zanaatkârlardan oluşan sınıfın üzerine düşen görevi yapmaları, ayrıca bekçilerin buyruklarına uymaları yeterlidir. Bu sınıfın erdemleri: “Çalışkanlık ve itaat (uyma)”tır. Oysa bekçiler sınıfı “bütün”ü göz önünde tutmak zorundadır. Bunun için devletin yapısını yakından bilmeleri gerekir. Bu ise bekçiler sınıfı üyelerinin iyi bir eğitim ve öğretimden geçmelerini gerekli kılar. Bu sınıfın erdemi ise “cesaret”tir. Ancak cesur olmak uğruna bu sınıf üyelerinin vahşi ve kaba olmaması gerekir. Bekçiler halkın koruyucusu olacaktır, fakat efendisi değil.
Tüm bunların sağlanabilmesi için bu sınıf üyelerinin yeterli eğitim ve öğretim görmeye gereksinimleri olacaktır. Oysa işçiler sınıfının okuryazar olması yeterlidir. Bekçiler sınıfı uzun süren bir eğitim ve öğretim döneminden geçmelidir. Bekçilerin ciddi olarak yetiştirilmesi iki açıdan önemlidir; Birincisi beden eğitimi ve buna bağlı olarak irade eğitimi, ikincisi ise müzik eğitimi, yani teorik disiplinlerin eğitimi. Jimnastik, yalnızca beden eğitimi değildir. Aynı zamanda ruh eğitimini de şart koşar. Müzik eğitimi insanın tüm ruhunu eğitip yetiştirir ve kişiye görevlerini yeterince başarma olanağı sağlar. Jimnastik insanı cesaret yönünden eğitir, müzik ise elde edilen cesaretin günün birinde kabalığa ya da vahşete dönüşmesini engeller.
Platon müzik ile, hem bugünkü dar anlamıyla müziği ve hem de edebiyatı anlamaktadır. Ona göre musiki ve şiir başlı başına bir amaç olmaktan çıkarılmalı, eğitimin emrinde bir araç olmalıdır. Sanatın amacı estetik hazzı yaratmak olmayıp aksine ruhu eğitmektir. Kendisi sanatkâr olmasına rağmen sanat konusunda böyle bir görüşe sahip olan Platon, sanatı bugünkü anlayışlarımıza göre çok dar olan sınırlar içine sıkıştırmak ister. Söz gelişi dar anlamındaki musiki eğitiminde, açık olmayan ve rahatsızlık veren zevkleri yaratan her çeşit musiki yasaktır. Bu noktada Platon’un, zamanındaki belli modern musiki akımlarından rahatsızlık duyduğunu sezmek mümkündür. Günümüzün deyişiyle söylersek: Platon sanatta klasik akımdan yana tutum almıştır. Ancak Platon edebiyat konusunda büsbütün radikal (köklü değişimci) davranır. Her türden natüralist edebiyatı yasaklayan, kötüyü sanki iyi gibi tasvir eden ya da korkak ile cesur olanı aynı duygu-sanık ile anlatan bir sanatın ideal devlette yeri yoktur. Bu sanat anlayışı Platon’u, Yunanlılığın manevi eğitimine katkıları olan sanatkarlar ile söz gelişi Homer ile kavgaya itmiştir.
Eflatun Homer’in şiirlerine özellikle bir noktada karşıdır: Ona göre bu Tanrılara yeterli saygıyı göstermez. Tanrılar bu şiirlerde aynı bir insan gibi gösteriliyor, o kadar ki gereğinden çok insana benzetiliyorlar. Bu anlayış Tanrılara karşı borçlu olduğumuz saygı ve ululamaya tümden aykırıdır. Tanrıların insan şeklinde değil de kesinkes gereken saygıya uygun bir biçimde tasvir edilmeleri gerekirdi. Tüm bunlardan Platon’un sanatı bir amaç olmaktan çıkararak yalnızca eğitimin emrinde bir araç olarak benimsediğini açık seçik görüyoruz. Platon’a göre bekçilere, görevlerine uygun olabilmesi için yalnızca eğitim vermek yetmez; bu sınıf üyelerinin bir de çok iyi “seçilmeleri” gerektir. Bu noktada Platon’un devlet varsayımının bir başka kökten (radikal) görüşüne daha değinmiş oluyoruz. Bu görüş “evlenme” konusudur. İdeal devlette köylüler, işçiler, zanaatkarlar kendi aralarında diledikleri gibi evlenip çocuk sahibi olabilirler. Bekçiler ise ancak devletin izniyle evlenebilecektir. Bekçiler sınıfında evlenecek kimselerin her yönden birbirlerine uygun olmalarına, tümüyle birbirlerinin dengi olmalarına itina edilecektir.
Bunlardan doğacak çocukların da her yönden “seçme insanlar” olması gerekir. Sonuç olarak bedence güçlü ve sağlıklı, ruhça yetenekli ve değerli çocuklar yetiştirebilmek için, bu sınıf içi evliliklerin seçerek yapılması gerekir. Platon, bu seçim evliliğinin ürünü olan çocukların ailelerine bırakılmalarına karşıdır. Bu çocuklar doğar doğmaz anne ve babalarından alınarak devlet eliyle eğitilir. Platon bekçiler sınıfı için bir aile yaşamını gereksiz bulur, Bu sınıf üyeleri için ancak ortak bir yaşam söz konusudur; bunlar bir çeşit ordugâh yaşamı sürdürecektir. Bekçilerin kişisel çıkarlarından uzaklaşarak, kendilerini devlet çıkarlarına adamaları gerektir. Kendilerini tümüyle devlete adamış olan bu ana-babanın niteliklerini, onların çocukları da sürdürecektir. Sonuçta Platon bekçiler sınıfını kalıplaşmış bir “kast” durumuna sokuyor. Ona göre, bu dışa kapalı kast’a köylülerden, işçilerden ve zanaatkârlardan uygun olanların katılması için bir engel de olmamalıdır.
İdeal devlette bekçilerin aile yaşamı sürdürebilme olanağının bulunmayışı yanında “özel mülkiyet” ve servete sahip olmalarına da izin verilmez. Bekçiler için özel aile çıkarları benimsenmediği gibi, bunların para ve mal yönünden özel istekleri de giderilmeyecektir. Bu bekçiler, devletteki en üst basamak olan üçüncü bir sınıf, “yöneticiler” sınıfını oluşturur. Devletin zorunlu uygulamaları konusunda bu sınıf karar verir. Bu kararlara öteki sınıfların boyun eğmesi doğaldır. Sayıca az olan yöneticiler sınıfının tüm üyeleri özenle ve titizlikle eğitilirler.
Yöneticiler, bekçilerin aldığı eğitim ve öğretimden başka felsefe öğrenimi de görecektir. Platon “felsefe” ile “iyi” idesinde sembolleşen varsayımını vurgulamaktadır. Yöneticiler sınıfının üyeleri, ideler varsayımında ve diyalektikte uzun yıllar alan ciddi bir öğrenimden geçirilirler. Platon’a göre ancak, “filozoflar hükümdar olduğu gün ideal devlet gerçekleşir.” Platon’un ideal devletini tek hükümdar değil, bir “aristokratlar zümresi” yönetir. Yöneticiler gibi bu aristokratlar zümresi de, doğal olarak, özel çıkarlarının arkasında koşmayıp kendilerini yalnızca devlete adarlar. Böylece onların da ne aileleri ne özel mülkiyetleri ve ne de servetleri olacaktır.
Sonuç olarak Platon ideal devletinde üç sınıfın varlığını kabullenir. Bu üç sınıftan onu en az birinci sınıf ilgilendirir. Bu sınıfın görevi ve ona yakışan erdem, yalnızca ve tüm gücüyle çalışmak, “baş eğmek (itaat)”tir. Bekçiler sınıfının sahip olması gereken en önemli erdem “cesaret”tir. Yöneticiler sınıfına has ana erdem “bilgi”dir. Her sınıfın kendine özgü erdemlerinden başka, bir de her üç sınıfa birden gerekli olan bir erdem vardır: Bu da herkesin üzerine düşen “görevi” yapmasıdır.
Platon devleti, bireyin büyütülmüş şekli ve bireyi de devletin küçültülmüş modeli olarak düşünür. Bunun için Platon insan ruhunu devlet ile karşılaştırır. Çünkü insan ruhunda da üç yan vardır: Ruhta başlangıçta “zorlama (ilca” vardır. Platon’a göre bedenin alt kısmında toplanan bu “zorlama”lar, bireyi her an kendi istekleri ardından koştururlar. Ancak ruhta bu zorlamalara yön veren, onları ayarlayan, düzenleyen ve merkezinde yüreğin bulunduğu bir “irade” vardır. Ruhta üçüncü olarak “akıl” vardır. Akıl iradeye hükmeder ve başta bulunur. İnsan ruhundaki bu üç kısım, devletteki üç sınıfın karşılığıdır. Platon, ideal devletindeki bekçilerin sayısını bin kişi kadar olarak düşünür. Platon’un bu ideal devleti çok küçüktür. Platon’un bu ideal devleti, o zamanki Yunanistan’ın siyasi gerçeği olan, kent (şehir) devletinin etkisindedir. Bunun için olacak, ideal devlette vatandaşların sayısı belli bir sayıdan öte geçmemelidir. Devlet nüfusu belli sayıyı aşma tehlikesi gösterirse, o zaman koloniler kurmak gerekir. Devlet hiçbir zaman, bütünüyle gözden kaçan ve bir bakışta kavranamayan bir büyüklüğe ulaşmamalıdır.
Özellikle bekçiler sınıfı için ortak bir yaşam düzenleyen Platon’un bu ideal devleti, aynı zamanda bir anlamda sosyalist bir devlet sayılır. Ancak bu devlet aristokrasi ile yönetilmektedir. Çünkü ideal devleti, sayıları kısıtlı olan bir zümre yönetir ve tüm kararları bu küçük aristokrat zümre verir. Platon en büyük eseri olan Politeia’da ideal devleti belirlerken gerçek (realite) bir devletin nasıl olduğunu hiç dikkate almamış, yalnızca hayal gücünü kullanmıştır. Yalnızca akıl ve fantezinin ürünü olarak sunulan bu devlet kavramına, Yunancada “Ütopya” adı verilmiştir. Ütopyanın anlamı “hiç bir yerde olmayan” demektir. Felsefe tarihinde Platon’unkine benzeyen birçok ütopyaya rastlarız. İnsanlar devlet ve toplum konusunda her zaman ideal düşüncelere sahip olmuş, bu konuda hayali plânlamalar yapmaktan kendini alamamıştır. İşte Platon’un “İdeal Devleti” i, felsefe tarihinde sonraları rastlayacağımız birçok ütopyanın ilki ve de en etkili olanıdır.
Platon, kendi devlet varsayımının bir fantezi ürünü olduğunu hiçbir zaman kabullenmemiş, ideal devletini, uygulanabilir bir iyileştirme projesi olarak salık vermiştir. Zamanla bu projenin uygulanabilirliği konusunda kuşkuları olmuştur. Buna rağmen projenin doğruluğundan kuşku duymamış, bunun olsa olsa mükemmel insanlardan oluşan bir toplumda uygulanabileceğine inanmıştır. Platon ideal devlet ile ilgili kuşkularının etkisiyle yaşamının sonralarında yazdığı “Yasalar (Kanunlar, Nomoi)” adlı eserinde, devlet anlamında bazı değişmeler yaparak yeni bir devlet projesi önerilir. Yasalarda ideal devlet terk edilerek yerine, hiç değilse olanların en iyisi denebilecek bir devlet şekli önerir. Platon bu son eserinde ideal devlet anlayışını özellikle iki konuda yeniler: Öncelikle sosyalist devlet anlayışını terk eden ideal devlette; bekçiler ve yöneticiler aile, özel yaşam ve servete sahip olmayacak, ortak bir yaşam sürecekler ve kendilerini tümüyle devlete adayacaklardı. Sonradan bu görüşün, insanın doğasına ve yapısına tamamen aykırı olduğunu ve uygulanabilirliğinin bulunmadığını anlayan Platon, “Yasalar”da bu devlet sosyalizmini tümüyle terk eder. Ancak ona göre, herkesin toplum çıkarlarını kendi özel çıkarlarından üstün tutmayı bilmesinin, eğitim aracılığı ile sağlanmasından yanadır. Ayrıca özel mülkiyetin yeterinden fazla genişlemesinin engellenmesini de ister.
Platon yeni devlet projesinde, devletin temeline geniş bir “orta sınıf” yerleştirir. Ayrıca özgür bir köylü sınıfı da bu devlette önemli etkinliğe sahip olacaktır. Ticaret konusu ile devlette sürekli oturma hakkı bulunmayan yarı vatandaşlar uğraşacaktır. Altın ve gümüş paraya özel kişiler değil, yalnızca devlet sahip olacaktır. Her devletin kendine özgü bir parası olmalı ve bu para yalnız bu devletin sınırları içinde geçerli sayılmalıdır. Dış ticaret, devletin tekelinde olacaktır. Platon “Yasalar”da, Politeia’ya oranla, ekonomik yaşama daha fazla yer ayırmıştır. “Devlet”de Platon her şeyin tepeden yönetilmesine taraftı ve bu yüzden ekonomik yaşam özel bir önem taşımıyordu. Zamanla Platon ekonomik yaşamın önemine, yeni deneyimlerini eklemek gereksinimi duymuştur. Yasaları Devletten ayıran ikinci önemli değişiklik ise, devletin yönetim biçimiyle ilgili görüşlerinde olmuştur. Politeia’da devletin yönetimi, özel olarak yetiştirilmiş belli bir sınıfın eline bırakılmış ve bu küçük sınıfı bağlayan hiç bir yasa ve kural da konulmamıştır.
Platon’un ilk devlet projesinde “yöneticiler” kuralsız ve koşulsuz (kayıtsız şartsız) bir egemenliğe sahiptir. Onlar uygun görecekleri biçimde karar vermek ve davranmak yetkisine sahiptir. Onların bu karar ve davranışlarını düzenleyecek yasalar da yoktur. Platon, hükümeti elinde bulunduranların doğru ve ciddi bir eğitim ile yetiştirildiklerinden sorumluluklarını kötüye kullanmayacaklarına inanılmasını ister. Bekçiler sınıfı, kuralsız ve koşulsuz egemen olan yöneticilerin elinde güvenle işleyen bir araç görevini üstlenirler. Platon, daha sonraki gözlem ve deneyimleri sonunda, yöneticilere mutlak bir egemenlik yetkisi tanımanın türlü sakıncalar doğuracağını görmüştür. Bu deneyimler sonrası da Platon şöyle düşünüyor; Şayet insanlar bir Tanrı ya da melek olsaydı, ideal bir devlet düşüncesi gerçek olabilirdi. Oysa insan ne Tanrıdır ne de melek. Bu yüzden, iktidar makamının kötüye kullanılmasını önlemek için, yöneticileri belli yasalar ile kontrol altında tutmak doğru olacaktır.
Platon’un devlet ile ilgili iki eseri arasındaki görüş ayrılığını son eseri olan “Yasalar”ın adından da çıkarmak mümkündür. Bu son eserinde “Yasa” düşüncesi üzerinde özellikle durur: Hükümet, yasaların üstünde değil, altında olmalıdır ve her tür kararda, her tür uygulamada kesinkes yasalara uygun davranmalıdır. Kuşkusuz bu da birtakım adaletsizliklere neden olacaktır; çünkü yasa denilen şey, katı ve geneldir, saptırılmaz bir görünüş sergiler. Hiçbir zaman yaşamın tüm inceliklerini ve renklerini kapsamaz. Yasalar ne kadar katı olsalar da bunlara uygun biçimde devleti yönetmek, koşulsuz kuralsız hükümetten daha yararlıdır.
Son olarak “Yasalar”ın iki karakteristik durumuna daha değineceğiz: Platon’un bu son eserine derinliğine bir dinsel duygu egemendir. Sofistlerin ileri gelenlerinden Protogoras, “insan her şeyin ölçüsüdür” demişti. Platon “Yasalar”da, Protogoras’ın aksine, “her şeyin ölçüsü insan değil, Tanrı’dır” der. İnsan her şeyden önce, Tanrı’ya karşı saygı ve ululama içinde olmalı ve insanüstü bir güce saygı duyacak biçimde yetiştirilmelidir. Bu nedenle Platon yeni devlet projesinde dinsel duygulara ve törenlere geniş yer ayırmıştır. Dinsel duyguların gelişiminde, kozmosun gözlemlenmesi ve bilinmesinin etkili olduğu kabul edilir.
Politeia’da Platon, bireyin içinde yaşadığı devlete benzediğini söylemişti. Şayet devlette düzenin geçerliliği söz konusuyla, bireyin ruhu da düzenlidir. Kişi ruhunda, içinde yaşadığı devleti yansıtır. “Yasalar”da Platon buna ikinci bir görüş daha ekler; Devletin kendisi de “Kozmos”u yansıtan bir görüntü sergilemelidir. Çünkü kozmos öncesiz ve sonu olmayan bir düzenin ifadesidir. Yıldızların düzenini, öncesiz ve sonu olmayan yörüngelerini gözlemleyerek, gökyüzünde her şeyin kesin yasalara bağlı olduğunu görür ve böylelikle tüm evrendeki düzen ve güzellik düşüncesine ulaşabiliriz. Bu nedenle yasa kavramını, en iyi şekilde yıldızlar evreninin yasasından anlayabiliriz. İnsanların kurduğu devlet için de gökyüzünün bu düzeni bir model oluşturmalıdır. İnsanların kurduğu devlette de yıldızlar evreninin yasalarına benzer yasalar geçerli olmalıdır. O halde devlet, göksel evrenin yeryüzündeki bir yansıması olmalıdır ve devlet içinde yaşayan insan, ruhunda bu düzeni yansıtmalıdır.
Şimdi de Platon’u öteki Sokratesçiler ile karşılaştıralım: “Tek yanlı Sokratçılar” denilen kimseler, tam anlamıyla. individualist’tirler. Nitekim bir kısım Sofistlerin de individualist (bireyselci) olduğunu biliyoruz. Tek yanlı Sokratçılar için aslolan bireydir, reel bir varlığa sahip olan yalnızca bireydir. Bireyin içinde yaşadığı devlet, bu düşünürleri hiçbir şekilde ilgilendirmez. Ayrıca bu tip Sokratçılar, dış evren konusunda bir bilginin mümkün olamayacağına inanırlar. Biz ancak bilincimizde olanları biliriz; bu yüzden, mümkün olan bilgi, insanın kendisini bilmesidir, bunun dışında bir bilgi mümkün değildir. O halde yapılması gereken tek bir şey vardır, insanın kendini tanıyıp düzeltmesidir. Bu noktada Platon, böyle düşünen Sokratçılarla aynı görüşü paylaşır; onun için de insanın kendini bilmesi ve düzeltmeyi çok önemlidir. Ancak öteki Sokratçıların individüalizmi karşısında, Platon, karşıt bir görüşü savunur. Ona göre insanı bilmek ve iyileştirmek için, onu bir sınıf içine yerleştirmek ve onu, bu sınıfın çalışan canlı bir organı olarak, anlamak gerekir. İnsanların ait olduğu sınıfı anlaması önemlidir. İnsanların ait olduğu sınıfı anlamak ve iyileştirme yapmak için, bu sınıfa göre daha hacimli olan uzaysal (astronomik) kozmosu inceleyerek tanımak gerekir.
Uzaysal kozmos, başka bir deyişle öncesiz ve sonu olmayan düzene sahip bulunan gökyüzü evreni, ideler evreninin aynasıdır. Işık saçan yıldızlarıyla gökkubbe, görülebilen bir evrendir. Görülebilen evrenin arkasında görülmeyen bir evren gizlidir. Bu da, “iyi”nin, güzelin ve de eşyanın gerçek modellerinin bulunduğu ideler evrenidir. İdeler varsayımı, Platon’un orta yaşlarında yazdığı eserlerinde önemli bir yer tutar. Platon ideler varsayımını tüm yaşamı boyunca hiç terk etmemiştir. Bu varsayım onun düşünce yapısının özünü oluşturmuştur. Yaşamının sonlarına doğru Platon’un ilgisini bir bilim, gittikçe artan bir tutkuyla, kendisine çekmeyi başarmıştır. Bu bilim “matematik”tir. Platon’a bu konuda, özellikle Güney İtalya’da tanıştığı Pisgorcuların etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Platon’un matematiğe gösterdiği yakın ilgi nedeniyle son zamanlarda Akademi ye girmek isteyenlerden bazı matematik bilgilere sahip olmaları şart koşulmuştur. Platon’a göre matematik ve astronomi, gerçek bilimin, varlığını belgeleyen sağlam ve canlı kanıtlardır. Bunun içindir ki felsefe ve diyalektiğin de gerçek bilim modeli olan matematik gibi, bir bilim olması gerekir. Bu konuyla ilgili Platon ile Protagoras arasında geçen bir tartışma çok dikkat çekicidir. Protagoras da matematik ile ilgilenmiş, fakat bu bilime karşı tam bir güven duyamamış, matematiğin sonuçlarını her zaman kuşku ile karşılamıştır. Söz gelişi bir daireye çizilen teğetin, bu daireye ancak tek bir noktada temas ettiğini savunan geometri görüşüne Protagoras karşı çıkar: Teğet olan doğrunun daireye tek bir noktadan temas ettiğini savunmak, göz ile görüneni yok saymaktır. Çünkü dikkat edilirse, teğet doğrunun daireye tek noktadan değil, aksine birçok noktalardan temas ettiğini görürüz. Demek oluyor ki varsayım, matematik algılarımıza ters düşmektedir. O halde teorik matematik denilen bilim, tümden yanlış bir bilimdir.
Platon’da da teorik matematiğin sonuçları duyumlarımızla ve algıladıklarımızla uyum içinde değil aksine bunlarla çelişki içindedir. Gerçekten de dikkatle bakan bir göz, teğet doğrunun daireye birçok noktalardan temas ettiğini görür. Ancak Platon, bu noktadan hareketle matematiğin yanlış bir bilim olduğu görüşünü reddeder. Ona göre, bizi yanıltan duyumlarımızdır. Nitekim teorik matematik hiçbir zaman duyumlarımız aracılığı ile elde edilenlerle ilgilenmez. Bu bilim her zaman “ideal” olan şeylerle ilgilenir. Benim şimdi çizdiğim şu daire ve teğet, hiçbir zaman matematikçinin dairesi ve teğeti değildir. Matematikçinin düşündüğü daire ve teğet tamamıyla ideal olan şekillerdir. Bu ideal şekiller olmasaydı, algılarımızın hiçbir şeyi bilmesi mümkün olamayacaktı. Şayet matematiğin ideal şekillerini yok sayarsak, geriye ne sayma ve ne de ölçme kalır. Bunun içindir ki önce “manevi (tinsel) gözümüz” ile ideal şekillerin bulunduğu evreni görmek, sonra da orada gördüklerimizi somut şeylere uygulamak gerekir.
Platon’un matematiğe ilgisiyle karakteristik nitelik kazanan son zamanlarındaki felsefesi konusunda fazlaca bir şey bilmiyoruz. Bu konuda kendi eserlerinden çok hocasını eleştiren, onunla tartışan Aristoteles’ten bilgi edinmekteyiz. Aristoteles’ten edindiğimiz bilgilere göre, Platon felsefi çalışmalarının son döneminde “ideler” ile “sayılar” arasında ilişki kurmuştur. Sayılar dizisini; ideler evrenini en güzel yansıtan, ideler evreninin ilk basamağını oluşturan evren olarak düşünüyormuş. Yaşamının son yıllarında ise tüm ideleri sayılara dönüştürebilecek kadar konuyu yönlendirmiş ve ideler birer sayı olmuş. Böyle olunca Platon Pisagorculara çok yaklaşmış oluyor. Biz onun matematik ile olan ilgisinde Pisagorcuların etkili olduğunu biliyoruz.
Pisagorculuk Platon’un ölümünden sonra da Akademi’ye egemen olmayı sürdürmüştür. Akademi bir “vakıf’ idi, kendine ait serveti ve geliri vardı. Bunun için bu kurum, kurucusu olan Platon’un ölümünden sonra da çalışmalarını sürdürmüştür. Yunanistan için yeni bir okul, yeni bir cemaat tipini oluşturmuştur. Akademi bir çeşit üniversite idi. Burada çeşitli dersler okutuluyordu. Yalnız tüm dersler birbiriyle birlik ve beraberlik ruhu içinde bulunuyordu. Yani, aynı felsefi bir görüş çeşitli açılardan yorumlanıyordu. Felsefe konularından başka matematik ve müzik dersleri de gösteriliyordu. Akademi yönetiminin başında bir müdür bulunuyordu. Ölen müdürün yerine yenisi seçim ile işbaşına getiriliyordu. Platon’un ölümünden sonra ilk müdürlüğü Speusippus yapmıştır. Bundan sonra Akademi, çeşitli kişilerin yönetiminde çalışmalarına devam etmiştir. İlk Çağ’ın sonlarına kadar varlığını sürdürmüştür.
Konu Başlıkları
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı