Hukuk felsefesi
Hukuk felsefesi, hukukun ve hukuki kurumların genel bir felsefi çözümlemesini yapmakla ilgilenen felsefe disiplinidir. Hukuk felsefesinin ilgi alanına giren konular, hukukun ve hukuk sistemlerinin doğasına ilişkin soyut kavramsal sorulardan, hukuk ve ahlak arasındaki bağlantıya ve hukuki kurumların meşruiyetine ilişkin normatif sorulara kadar uzanır.
Hukuk felsefesinin konuları, siyaset felsefesi ve uygulamalı etik alanlarındaki konulardan daha soyuttur. Örneğin, Anayasa’nın nasıl yorumlanması gerektiği sorusu demokratik teoriye aitken ve dolayısıyla siyaset felsefesi başlığı altına girerken, bu yorumun analizi hukuk felsefesi başlığı altına girer. Benzer şekilde, idam cezasının ahlaki açıdan kabul edilebilir olup olmadığı sorusu uygulamalı etiğin problem alanına girerken idam cezasının meşru olup olmadığı sorusu hukuk felsefesi içinde değerlendirilir.
Konu Başlıkları
1. HUKUK FELSEFESİ NEDİR?
Hukuk felsefesi, felsefenin hukukla ilgilenen özel bir dalı olarak kabul edilmektedir. Felsefenin varlık problemiyle ilgilenmesi gibi, hukuk felsefesi de hukukun niteliği problemi ile ilgilenir (Aral, 2012a: 28).
Hukuk bilimi, belli bir yer ve zamanda yürürlükte olan hukuk ile ilgili iken hukuk felsefesi genel anlamda hukuk ve hukukun nitelikleri ile ilgilenir. Ancak hemen sonrasında, hukuk felsefesinin değer boyutu karşımıza çıkar. Zira felsefe bir “olması gereken etkinliği”dir ve hukuk felsefesi de “olması gereken hukuk”un ne olduğunu ele alarak “adalet” kavramını incelemelerinin odağına yerleştirir.
Hukuk felsefesi hukukla ilgili konulardaki her türlü felsefi spekülasyonu kapsar. Dolayısıyla, hukukun tanımlanmış biçimiyle hukuk bilimin bir parçası olabilecek ampirik sosyal teorilerini dışarıda bırakır.
Toplumun yaşayış tarzını ve toplumsal ilişkileri düzenleyen ve yaptırım gücü (müeyyidesi) olan kurallar sistemi, hukuktur.
Hukuka aykırı davranmak veya kanunu çiğnemek, mutlaka bir ceza ile neticelenir. Hukuk felsefesi ise, hukukun, hukuk kurallarının, hukuki kanunların kökünün ne olduğunu (mahiyetini), geçerliliğini, ilke ve vazifelerini, hayattaki önemini ve yerini, bilimlerle olan ilişkisini araştıran felsefe dalıdır.
Felsefe, insani tecrübenin yorumlandığı kavramsal aygıtları inceliyorsa hukuk felsefesinin temel odağı belli fikirlerin veya muhakeme yapılarının açıklığa kavuşturulması veya analiz edilmesidir; bu fikirler ve muhakeme yapıları hukuk doktrininde içerimlenmiş, onun tarafından varsayılmış veya onun aracılığıyla geliştirilmiş olabilir; bunlar hukuki süreçlerin meşrulaştırıldığı ve açıklandığı düşünce ve inanç ortamlarını kuruyor da olabilir.
Hukuk felsefesi, hukukun sosyal etkileri hakkındaki ve sosyolojik hukuk çalışmalarında konu edilen hukuki davranış hakkındaki ampirik araştırmalarla ilgilenmez. Ancak, hukuk felsefesi araştırması hukuk sosyolojisinin ilgilendiği türden kavramsal araştırmalardan net biçimde de ayrılamaz. Farklılık öncelikle vurgu farklılığıdır. Genel olarak hukuk felsefesinde kavramsal açıklık önemsenir; bunu hukuk kurumlarının kendi tarihsel bağlamlarındaki ve sosyal ortamlarındaki sistematik empirik analizinden çok daha önemli -kimi zaman ondan bağımsız- sayma eğilimi söz konusudur. Tersine, hukuk sosyolojisinde, hukukun kavramsal yapılarının analizi daima yalnızca bu empirik analizle bağlantılı olarak yürütülür. (Cotterrell, 2018: 19).
Hukuk felsefesi içerisinde yer alan çeşitli ekoller; hukuk kavramı, hukukun yürürlüğü, hukukun amacı, hukuk uygulamasında geçerli metotlar, hukukun değerlendirilmesinde yararlı objektif adalet kriterlerinin bulunup bulunmayacağı, insan iradesinin hür olup olmadığı ile ilgili değişik görüşler ileri sürerek hukuk düşüncesine ilişkin önemli katkılar ortaya koyarlar (Güriz, 1997: 10).
2. HUKUK FELSEFESİNİN KONULARI
- Analitik içtihat
- Normatif içtihat
- Eleştirel hukuk teorisi
Analitik içtihat, hukuku etik gibi diğer norm sistemlerinden neyin ayırdığını anlamak için hukukun özüne dönük bir analiz sunmayı içerir. Normatif içtihat; özgürlük kısıtlamaları, yasalara uyma zorunluluğu ve cezalandırma gerekçeleri gibi hukuka ilişkin normatif, değerlendirici ve kural koyucu hususların ele alınmasıdır. Son olarak, eleştirel hukuk çalışmaları ve feminist içtihat gibi eleştirel hukuk teorileri, geleneksel hukuk felsefesi yaklaşımlarına itiraz niteliğindedir.
A. Analitik içtihat
Analitik içtihadın temel amacı, hukuk felsefesi içinde geleneksel anlamda, bir normlar sistemi olarak hukuku etik normlar gibi diğer normatif sistemlerden ayıran şeyin ne olduğunu açıklamak olmuştur. John Austin’in tanımladığı şekliyle analitik içtihat, “uygun şekilde tanımlanan tüm yasalarda ortak olan özü ya da mahiyeti” belirleme çabasındadır (Austin 1995, s. 11). Buna göre, analitik içtihat, hukuku hukuk olmayandan ayıran, hukukun varlığı için gerekli ve yeterli koşulları sağlamakla ilgilenir.
Bu amaç genellikle hukuk ve hukuk sistemi kavramlarını çözümlemeye yönelik bir girişim olarak yorumlansa da hukuk felsefesinde kavramsal çözümlemenin hem değeri hem de niteliği konusunda bazı belirsizlikler vardır. Brian Leiter’in (1998) de belirttiği gibi, hukuk felsefesi kavramsal analizi temel mesele edinen az sayıdaki felsefi disiplinden biridir; felsefedeki diğer alanların çoğu bilimlerin araç ve yöntemlerini kullanarak natüralist bir yönelim sergilemiştir. Brian Bix (1995) kavramsal analizin hukuktaki rolünü açıklığa kavuşturmak amacıyla kavramsal savların ulaşabileceği birkaç amacın ayrımını yapar:
- Dilin nasıl kullanıldığını gözlemlemek
- Anlamı ortaya çıkarmak
- Nesneler sınıfında neyin önemli veya gerekli olduğunu açıklamak
- Kavram-sözcük değerlendirmesi için bir ölçüt oluşturmak
Bix, hukukta kavramsal analizin öncelikle (3) ve (4) ile ilgili olduğunu düşünmektedir.
Her halükarda, hukukun kavramsal analizi çağdaş hukuk teorisinde tartışmalı da olsa önemli bir konu olmaya devam etmektedir. Kavramsal hukuk teorileri iki ana başlık altında toplanabilir:
- Hukuk ile ahlak arasında kavramsal bir ilişki olduğunu kabul edenler
- Hukuk ile ahlak arasında kavramsal bir ilişki olduğunu kabul etmeyenler
B. Normatif içtihat
Normatif içtihat, hukukla ilgili normatif, değerlendirici ve başka türlü kural koyucu konuları içerir. Burada üç temel hususu ele alacağız: (a) yasaların vatandaşların özgürlüğünü ne zaman ve ne ölçüde kısıtlayabileceği, (b) kişinin yasaya itaat etme yükümlülüğünün kapsamı ve (c) yasayla cezalandırmanın haklılığı.
a. Özgürlük ve yasaların meşruiyet sınırları
Yasalar özgürlüğü kısıtlayarak insanın bağımsız hareket etme yetisini kısıtlar. Örneğin ceza yasaları, belirli davranışları hapis ve bazı durumlarda ölümle cezalandırarak davranış seçenekleri arasından çıkarır. Benzer şekilde, medeni kanunlar insanların başkalarına zarar vermemek için çeşitli önlemler almalarını ve sözleşmelerine sadık kalmalarını gerektirir. İnsan özerkliğinin her şeyden önce ahlaki saygıyı hak ettiği düşünüldüğünde, devletin vatandaşlarının özgürlüğünü kısıtlama konusundaki meşru yetkisinin sınırlarının ne olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır.
b. Yasalara uyma yükümlülüğü
Pozitivizmin doğal hukuk eleştirmenleri (Fuller, 1958), pozitivizm gerçekten işe yarıyorsa yasaya yasa olduğu için, yani yasalar ne olursa olsun, sırf yasa olduğu için uymak gibi ahlaki bir yükümlülüğün gerçek olamayacağından sıkça dem vururlar. Bu konuda Feinberg (1979) şöyle der:
“Hukuki geçerliğe ilişkin pozitivist açıklamayı, içeriği ne olursa olsun geçerli hukukun saygımızı ve itaatimizi hak ettiği [iddiası] ile bağdaştırmak zordur. Geçerli yasa kötü bir yasa olsa bile, sırf yasa olduğu için ona itaat etme yükümlülüğümüz vardır. Ancak bir yasanın geçerliliğinin yasanın içeriğiyle hiçbir ilgisi yoksa bu nasıl mümkün olabilir?”
Buradaki ana fikir şudur: Eğer hukuk için esas olan sadece hukuk yapmak amacıyla belirlenmiş kuralların var olması ise o zaman sırf kanunda yer aldığı için bir kurala uymak ahlaki bir yükümlülük olamaz.
c. Cezanın gerekçelendirilmesi
Cezalandırma, meşru olduğu varsayılan eylemler arasında, amacı muhatabına rahatsızlık vermek olduğu için benzersizdir; bir kişiye asgari düzeyde sıkıntı yaşatamayan bir eylem ceza olarak nitelendirilemez. Birçok bağlamda, rahatsızlık vermek amacıyla bir eylemin gerçekleştirilmesi, işkenceye benzerliği nedeniyle ahlaki açıdan sorun teşkil eder. Bu nedenle, cezanın kurumsallaşması, onu diğer insanlara kasıtlı olarak rahatsızlık veren diğer uygulamalardan ayırmaya yetecek ahlaki bir gerekçeye ihtiyaç duyar.
Cezalandırma gerekçeleri tipik olarak beş şekildedir:
- Öç alıcı
- Caydırıcı
- Önleyici
- Islah edici
- Onarıcı
Cezalandırma gerekçesine göre, bir kişinin cezalandırılmasını haklı kılan şey, cezayı hak edecek bir suç işlemiş olmasıdır. Bu görüşe göre, yanlış bir eylemde bulunan bir kişinin yaptığı yanlışın büyüklüğü ile orantılı olarak cezaya çarptırılması ahlaki açıdan uygundur. Ancak sorun şu ki, bir kişinin cezayı hak ediyor olması, devletin ceza uygulamasına ahlaki açıdan onay verileceği anlamına gelmez; örneğin, davranışı cezayı hak etse bile benim bir başkasının çocuğunu cezalandırmam yanlış olur.
C. Eleştirel hukuk teorisi
a. Yasal gerçekçilik
John Chipman Gray ve Oliver Wendall Holmes’ten esinlenen hukuki gerçekçi hareket 1920’li ve 30’lu yıllarda Karl Llewellyn, Jerome Frank ve Felix Cohen’in çalışmalarıyla zirveye ulaşmıştır.
Realistler, pozitivistlerin ve natüralistlerin kavramsal yaklaşımından kaçınarak, uygulamacı yargıçların davalarda gerçekte nasıl karar verdiklerini göstermeye çalışan ampirik bir çözümlemenin taraftarı olmuşlardır (bkz. Leiter 1998).
Realistler, yargısal mevzuatın ender rastlanan bir durum olduğu yönündeki yükselen görüşe derin bir şüpheyle yaklaşmışlardır. Yargıçların kurallarla sınırlandırılabileceği fikrini tamamen reddetmemekle birlikte, realistler yargıçların kanun yapıcı takdir yetkilerini kullanarak sanıldığından çok daha sık yeni hukuk ihdas ettiklerini ileri sürmüşlerdir.
Onlara göre, yargı kararları pozitivizm ve natüralizm gibi teorilerin kabul ettiğinden çok daha sık olarak (hukuki kurallar yerine) davanın gerçeklerine ilişkin siyasi ve ahlaki sezgiler doğrultusunda yönlendirilmektedir.
b. Eleştirel hukuk çalışmaları
Eleştirel hukuk çalışmaları (EHÇ) hareketi, hukuki realizmin radikal yönlerini, ana akım liberal içtihadın Marksist bir eleştirisine doğru genişletmeye çalışmaktadır. EHÇ teorisyenleri, realistlerin belirsizliğin boyutunu hafife aldığına inanmaktadır; realistler belirsizliğin yalnızca sınırlı bir vaka sınıfıyla sınırlı olması anlamında bölgesel olduğuna inanırken, EHÇ teorisyenleri hukukun, mevcut hukuki kaynaklar sınıfının nadiren de olsa mantıksal/nedensel olarak benzersiz bir sonucu gerektirmesi anlamında radikal (ya da küresel) bir şekilde belirsiz olduğunu savunmaktadır.
c. Hukuk ve ekonomi
Hukuk ve ekonomi hareketi, hem mahkemelerin ve yasa koyucuların nasıl davrandıklarına ilişkin bir açıklama hem de bu tür yetkililerin nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin bir reçete olarak hukukta ekonomik analizin değerini savunmaktadır. Richard Posner’ın başını çektiği hukuk ekonomistleri, teamül hukukunun pek çok alanının içeriğinin, tercihleri azamileştirme eğilimi bakımından açıklanabileceğini savunmaktadır:
“Hukukun her alanı, özellikle de mal rejimi, haksız fiil, cürümler ve sözleşmeler gibi büyük genel hukuk alanları, ekonomik muhakemenin damgasını taşır. Az sayıda yargı görüşünün ekonomik kavramlara açık atıflar içermesi bir reddiye değildir. Çoğu zaman kararların gerçek gerekçeleri, yargı görüşlerinin karakteristik retoriği tarafından aydınlatılmak yerine gizlenir. Aslında, hukuk eğitimi öncelikle retorik yüzeyin altını kazarak bu gerekçeleri bulmayı öğrenmekten ibarettir ve bu gerekçelerin birçoğunun ekonomik bir karaktere sahip olduğu ortaya çıkabilmektedir (Posner 1992, s. 23).”
Posner, “genel hukukun en iyi (mükemmel değil) toplumun zenginliğini azamiye çıkarmaya yönelik bir sistem olarak açıklandığı” (Posner 1992, s. 23) genel hukukun etkinliği teorisini benimsemektedir.
Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım
İlgili konular:
👍🏻👍🏻👍🏻👍🏻