Felsefe hakkında her şey…

İslam Dünyasında Zühd hareketi ve Tasavvuf Nedir?

28.11.2019
1.994

Bir düşünce hareketi olarak kelâmın ortaya çıkıp sistemleşmesine zemin oluşturan şartlar İslam toplumunda bir başka hareketin başlamasına da yol açmıştır. Gerçekleştirilen fetihler İslam coğrafyasının genişlemesi ve siyasi egemenliğin güçlenmesinin yanında bir de iktisadi büyüme ve zenginliğin artmasını sağlamıştı.

Bu durum İslam toplumunun hayata, değerlere ve ilişkilere bakışında bazı değişmeleri beraberinde getirdi. Teorik ve pratik çeşitli alanlarda ilmi disiplinler oluşup gelişirken İslam toplumunda ortaya çıkan görüş ayrılıkları, rekabet ve çekişmeler, zenginleşmenin doğurduğu şımarıklık nedeniyle dinî ve ahlaki hayatta ortaya çıkan gevşeme ve yozlaşma, bazı insanların tepkisini çekmeye başladı. Bu insanlar olup bitenler karşısında yanlış giden şeylerin bir parçası olmamak ve kendilerini kurtarmak düşüncesiyle köşelerine ve uzlete çekilmeyi tercih ettiler. Bu tercih giderek daha çok taraftar bularak bir ahlak ve zühd hareketine dönüştü. Zâhid, âbid ve nâsik gibi unvanlarla anılan bu kişiler İslam’ın kuru tartışma ve çekişmeler için değil, içtenlikle ve heyecanla yaşanacak ilkeleriyle insanları her türlü kötülük ve kabalıktan arındırmak için geldiğini savunuyorlardı. Onların bu düşüncesini doğrulayıp destekleyen pek çok unsur esasında Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in söz, davranış onayları demek olan Sünnette mevcuttu.

Sözgelimi insanların önemseyip uygulamaya çalıştığı tevbe/kötülüklerden vazgeçmek, zühd/geçici şeylere bağlanmamak, fakr/acizliğinin farkında olmak, sabır/kötülükten yılmamak, şükür/iyiliğin kıymetini bilmek, tevekkül/Allah’a güvenmek, rızâ/iyimser olmak, ihlâs/içtenlik, sıdk/doğruluk gibi güzel huy ve davranışlar hep Kur’an’ın insana sunduğu değerler olup örnekleri de bizzat Hz. Peygamber ve sahâbîleri tarafından yaşanarak verilmiştir. Böylece dinî hassasiyetlere bağlı olarak ortaya çıkan ve sahabe neslinden Ebû Zerri’l-Gıfârî ile ikinci nesilden Hasan el-Basrî tarafından temsil edilen ve giderek nazarî/teorik bir boyut kazanan bu zühd ve ahlak hareketi, VIII. yüzyılın ortalarından itibaren tasavvuf adıyla anılmaya, mensuplarına da sûfî ve mutasavvıf denilmeye başlandı (Kaya, 2003: 41-46).

Tarihi boyunca pek çok tanımı yapılan tasavvuf en genel anlamıyla riyazet/maddi ilgilerin azaltılması ve tezekkür/Allah’ı anıp düşünmek suretiyle nefis tasfiyesini/ iç arınmayı gerçekleştirip yüksek ahlak sahibi olmayı, keşif ve ilhâm yoluyla hakikatin bilgisine ermeyi amaçlayan bir harekettir. Sûfîler, riyazet yaparak ahlaken arınmak üzere kendi iç dünyalarına döndüklerinde önce bir yokluk ve hiçlik duygusu, özellikle keşf ve ilham yoluyla elde etmek istedikleri hakikatlere ulaştıklarını hissettiklerinde ise bir mutluluk ve güven duygusu yaşarlar; bütün bu halleri dile getirebilmek için de bir sembolik dil kullanırlar.

Gazzâlî’ye gelinceye kadar devam eden üç asırlık Sünnî tasavvuf döneminde yüksek ahlaka yönelik amelî/pratik amaçları yanında kavramsal düzeyde nazarî/ teorik boyuta da yönelen sûfîler marifet, tevhid, muhabbet, fenâ ve bekâ gibi terimler üzerinde farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Ancak bunların felsefî doktrin düzeyinde yorumlar olmadığını belirtmek gerekir. Gazzâlî sonrasında XII-XIII. yüzyıllarda fiehâbeddin es-Sühreverdî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve İbn Seb’în gibi sûfî filozoflar eliyle tasavvuf felsefî bir yapıya bürünmüştür. Bu mutasavvışar kendi tasavvufî zevk ve eğilimlerini felsefî öğretilerle harmanlayıp başka mistik kültürlerden aldıkları birçok unsuru da buna katarak felsefî-mistik bir tasavvuf oluşturmuşlardı r. Özellikle İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd ve tecellî nazariyesi etrafında ördüğü sistemi, ortaya atıldığı andan itibaren büyük yankılar uyandırmış, en çok eleştirilen nazariyelerin başında yer almış ve sonraki dönemlerde gerek tasavvuf çevreleri gerekse edebiyat ve sanat muhitleri üzerinde çok önemli etkiler meydana getirmiştir.

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...