Felsefe hakkında her şey…

İslam Dünyasında Kelâmın Ortaya Çıkışı

28.11.2019
1.517

Bu hareketin geçmişi, ilgi alanına giren problemler bakımından sahabeler devrine kadar geri götürülebilirse de konusu, amacı ve yöntemi belli bağımsız bir disiplin haline gelmesi, yüz elli yıllık bir sürecin sonunda Abbasî halifesi Hârûnürreşîd (786-809) döneminde gerçekleşmiştir.

Bir ilim ve düşünce hareketi olarak kelâmın ortaya çıkışında İslam’ın kendi yapısından ve İslam toplumunun karşılaştığı dinî, siyasi ve toplumsal problemlere dayalı iç sebeplerin yanı sıra başka din, düşünce kültürlerle karşılaşmasıyla ilgili dış sebeplerin etkisi söz konusudur. İslam coğrafyasının genişlemesi ve Müslüman nüfusun artmasına paralel olarak dinî düşüncede derinleşme ihtiyacının giderek yoğunluk kazandığı görülür. Özellikle ilk anlaşılan/zahirî manaları bakımından birbiriyle çelişir gibi göründüğü için “müteşâbih” olarak adlandırılan dinî metinlerin doğru anlaşılmasına dönük çabalar çeşitli konularda farklı görüş ve anlayışların ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştur. Diğer yandan Kur’an’ın pek çok ayetinde insanlar hem kendi beden ve ruhları üzerinde hem diğer varlık ve olaylar üzerinde gözlem yapmaya, olup biteni anlayıp anlamlandırmaya, düşünüp yorumlamaya çağrılır. İnsanın sahip olduğu duyu, duygu ve akıl gücünü kullanarak doğru bilgilere ulaşabileceğini vurgulayan İslam dini, buna karşılık sırf atalarından öğrenildiği için herhangi bir inceleme, değerlendirme ve temellendirme yapmaksızın taklit edilen bilgilerle hak inanç ve doğru davranışa ulaşılamayacağını ısrarla vurgular. İşte bu gibi ilahî uyarı ve emirler İslam toplumunun dinî düşünceyi temellendirmeye ve yeni bilgiler üretmeye yönelmesini sağlamıştır. Ayrıca Kur’an’da Allah’ın varlığı, birliği ve yüce sıfatları başta olmak üzere peygamberlik, kader, iman-inkâr, iyi-kötü, sevap-günah gibi birçok meselenin akli bir temele oturtulabileceği ve oturtulması gerektiğine dair örnekler verildiği gibi bunlara yöneltilen itirazlara verilecek akli ve mantıki cevapların bulunduğuna işaret edilmiştir. Batıl inanç ve davranışları açıklanıp eleştirilen başka din mensuplarıyla en uygun şekil ve üslupla fikrî mücadelede bulunması peygambere ve dolayısıyla Müslümanlara emredilmiştir. Hz. Peygamber’in vefatını izleyen kısa bir zaman diliminde fethedilen bölgelerde yaşayan çeşitli inançlara bağlı birçok insan Müslüman olmuştur. Bu insanlar dinin öğretilmesi kadar onların zihinlerinde oluşan sorulara makul cevapların verilebilmesi; başka inanışlarla İslam inanç ilkelerinin kıyaslanması durumunda bunların daha üstün ve doğru olduğunun gösterilmesi gerekiyordu.

İslam toplumunda ilk ciddi tartışma ve görüş ayrılığı siyasi olup Hz. Peygamber’in vefatı üzerine onun yerine kimin halife olacağı konusunda ortaya çıkmıştır. Ebû Bekir’in halife seçilmesiyle çözülmüş gibi görünmekle beraber bu mesele gittikçe derinleşerek daha farklı boyutlara taşınmıştır. Özellikle Ali b. Ebû Tâlib’in sonraki bir kısım taraftarları bu siyasi sorunun dinî temelleri de bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu tartışmaların bir sonucu olarak Osman b. Affân’ın ve ardından Ali b. Ebû Tâlib’in hilafeti döneminde meydana gelen Cemel ve Sıffîn savaşlarında çok sayıda sahabenin iç çatışmalar neticesinde öldürülmesi, birçok tartışma ve sorunu İslam toplumunun gündemine getirmiştir. İslam dini insan öldürmeyi yasaklamışken bir Müslümanın diğer bir Müslüman kardeşini öldürmesi onun dinî konumunu nasıl etkiler? Büyük günahlardan olan bu fiili işleyen kişi hâlâ mümin ve Müslüman mıdır, yoksa dinden çıkmış mı sayılmalıdır? İman ve amel/fiil arasında bir ayrılmazlık ilişkisi ve bütünlük söz konusu mudur, yoksa bunlar birbiriyle ilişkili fakat ayrı ayrı şeyler midir? O kişi bu fiili kaderin bir gereği olarak mı, yoksa özgür iradesiyle mi işlemiştir? İnsanın fiil ve davranışlarında ilahî müdahale ve etki ile insan iradesinin ilişkisi nasıl anlaşılmalıdır? Bu ve bağlantılı başka soru ve sorunlara ilişkin tartışmaların yol açtığı görüş ayrılıkları giderek çeşitli fırkaların/ekollerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bütün bunlar Müslümanları dini düşünce alanında derinleşmeye yönelten dinî sebeplerden sadece birkaçıdır. Bunlara bir de yapılan fetihlerle İslam coğrafyasının hızla genişlemesiyle birlikte değişik dinlere mensup âlimlerle karşılaşan Müslümanların onlarla kurdukları kültürel ilişkiler, yaptıkları dinî tartışmalar, yapılan itiraz ve eleştirilere makul cevaplar verme gereği eklenince kelâm gibi amacı, yöntemi, problemleri ve terminolojisi olan bir disipline duyulan ihtiyaç artmıştır (Yavuz, 2002: 198).

Kelâm, İslam dininin inanç ilkelerini sistemli ve rasyonel bir şekilde temellendirme, yabancı kültürlerin etkisiyle ortaya çıkan ve toplum hayatında olumsuzluklara yol açma tehlikesi barındıran bidatları etkisiz kılma, İslam’a yöneltilen eleştirileri cevaplandırma işlevini üstlenen bir düşünce hareketidir.

Başlangıçtan Gazzâlî’ye gelinceye kadar akıl yürütme ve çıkarım yapmada İslam hukukçularının (fakih, fukahâ) kullandığı fıkhî kıyası, teolojik tartışmalarda ise cedeli (yani diyalektiği) yöntem olarak kullanan kelamcılar, Gazzâlî’nin “mantık bilmeyenin bilgisine güvenilmez” sloganıyla mantığı genel geçer bir yöntem konumuna yerleştirmesinden sonra Aristoteles mantığından büyük ölçüde yararlanmaya başlamışlardır. Kullandıkları yöntemin farklı oluşu nedeniyle Gâzzâlî’den önceki kelamcılar mütekaddimîn/öncekiler, Gazzâlî’den sonraki kelamcılar ise mütahhirîn/sonrakiler şeklinde anılmaktadırlar.

Asıl amaçları İslam inançlarını akli temellere ve açıklamalara kavuşturmak olan kelamcılar bilgi sorununa özel bir önem vermişlerdir. Çünkü onların ilk yapması gereken şey dinin kaynağı olan vahyin güvenilir bir bilgi kaynağı olduğunu göstermekti. Bu sebeple kelamcılar filozofların bilgi sorununu ancak Yeni Çağ’da epistemoloji adıyla ayrı bir disiplin halinde ele almalarından çok önce bu meseleyi kelâm kitaplarının ilk bölümü olarak incelemeye başlamışlardır. Kelamcılar için (i) sağlıklı çalışan duyular, (ii) yöntemlice işletilen akıl, ve (iii) nesnesiyle örtüşen/ uyumlu doğru haber olmak üzere üç güvenilir bilgi kaynağı vardır. Aklın bilgi kaynağı oluşunu açıklarken apriori bilgiyi “bedihiyyât/apaçık”, “evveliyyât/önsel” ve “zaruriyyât/zorunlu” terimleriyle ifade eden kelamcılar, “nazar” adını verdikleri akıl yürütmenin “ta’lîl/tümdengelim” ve “istikrâ/tümevarım” olmak üzere iki şeklinden söz ederler. Kelâmcıların üçüncü güvenilir bilgi kaynağı olarak gördükleri “sâdık/doğru haber”in de “mütevâtir haber” ve “ilahî vahiy” olmak üzere iki türü vardır. (a) Mütevâtir haber, insanları kandırmak adına sözbirliği oluşturamayacak sayıdaki insanın aynı konuda ortaklaşa verdiği bilgi olup tarih boyutu ve niteliği bulunan bütün bilimlerin ürettiği bilgiler bu türdendir. (b) Peygamberlerin ilahî kaynaktan “vahiy” denilen özel bir yolla alıp insanlara aktardıkları bilgiler de doğru haber sayılır. Çünkü özel olarak seçilmiş elçi oldukları mucizelerle desteklenen peygamberlerin sağlam karakterleri, güvenilir kişilikleri, üstün ahlakları, getirdikleri ilahî ilke ve mesajlar, ortaya koydukları örneklik ve önderlik ile içinde yaşadıkları toplamların olumlu yönde değişip gelişmelerine, ilim ve sanatın, kültür ve medeniyetin ilerlemesine büyük katkı sağladıkları insanlık tarihinin tanıklık ettiği bir gerçekliktir. Bilgi sorunu bağlamında kelamcılar adına işaret edilmesi gereken bir husus da, onların bireysel ve öznel planda kabul etmekle birlikte ilham ve mistik sezgiyi herkesi bağlayıcı ve güvenilir bilgi kaynağı saymadıklarıdır.

Kelamcıların tartıştıkları önemli konulardan biri olan “büyük günah” veya “iman-amel ilişkisi” konusuna yaklaşımlarıyla Hâricîler ve Mürcie iki aşırı uçta yer alırken, Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet probleme daha ılımlı ve dengeli yaklaşmışlardır. Hâricîler’e göre amel imanın bir parçası olup büyük günah işleyen kimse imanını yitirmiş ve dinden çıkmış demektir. Buna karşılık iman ile amel ayrı şeyler olarak gören Mürcie, kişi mümin olduğunu söylediği sürece işlediği büyük günahlara bakarak onun dinden çıktığının söylenemeyeceği; bunun hükmünü öte dünyada Allah’ın vereceğini, bize düşenin bu hükmü ahirete bırakmak/ertelemek olduğunu savunur. İşlenen her türlü cürüm ve haksızlığın dünya ve toplum hayatında karşılıksız ve yaptırımsız kalması, böylece din, hukuk ve ahlak değerlerinin anlamsızlaşması sonucunu doğuran bu anlayış ile Hâricîlerin toplum hayatında çatışma ve şiddeti körükleyecek nitelikteki yaklaşımına karşı Mu’tezile Kur’an’da Allah’ın müminleri sevdiği günahkârları ise sevmediği bildirildiğine göre, büyük günah işleyen birine mümin demek doğru olmaz. Öte yandan bu gibi kişilere kâfir deme durumunda da olamayız. O halde bunlar “iman ile küfür arasında bir yerde” (el-menzile beyne’l-menzileteyn) bulunuyorlar demektir ki hangi statüde değerlendirileceğine öte dünyada Allah hükmedecektir. Aynı konuda Ehl-i Sünnet kelamcıları ise amelin imanın bir parçası olmadığı, günah işleyen için tevbe etme imkânı bulunduğ u; dolayısıyla bu günah işleyen fakat tevbe etmeyen kişinin günahkâr mü’min olarak öte dünyada cezasını çekeceğini fakat mümin olmanın mükafatını da göreceğini, bu dünya ve toplum hayatında ise mümin olduğunu söylediği müddetçe ona Müslüman muamelesi yapmak gerektiğini savunmaktadırlar.

Etki ve sonuçları bakımından toplumsal bir nitelik taşıdığı için İslam’ın büyük günah saydığı fiiller şunlardır: 1. fiirk/Allahâ ortak koşmak, 2. Sihir ve büyü yapmak, 3. Yetim malı yemek, 4. Haksız yere insan öldürmek, 5. Zulüm/haksızlık /adâletsizlik yapmak, 6. Faiz yemek, 7. Anne ve babaya karşı gelmek, 8. Savaştan kaçmak, 9. İffetli/namuslu kadına iftira atmak, 10.Zina yapmak.

Büyük günah melesiyle bağlantılı olarak gündeme gelen kader ve irade özgürlüğü meselesinde de yine iki aşırı uçta yer alan kelamcılar olduğu gibi daha ılımlı düşünenlerde vardır. Allah’ın mutlak ilmi, iradesi ve yegâne yaratıcı kudret olması açısından bakıldığında başka, insanın yapıp ettiklerinden sorumlu olması gerektiği noktasından yaklaşıldığında ise başka görüş ve sonuçlara varılması kaçınılmaz olan bu mesele son derece paradoksaldır. Problemi insanın sorumluluğu bağlamında irdeleyen Kaderiyye yaptığı fiiller konusunda insanın irade ve güç sahibi olduğu ve kendi fiilini kendisinin yarattığını, dolayısıyla onu sınırlayıp yönlendirecek bir “kader”den söz edilemeyeceğini savunur. Bu tezin anti-tezi olarak ortaya çıkan Cebriyye ise Allah’ın mutlak ilim, irade ve yaratıcı kudretiyle çizdiği kader planı karşısında insanın hiçbir irade ve gücünün olamayacağını ileri sürmüştür. İnsanı adeta bir robot konumuna düşüren bu anlayış gibi Kaderiyye ’nin insan irade ve gücünü mutlaklaştırırken pasif ve atıl bir Tanrı tasavvurunu getiren anlayışı da dinî ve insani gerçeklerle bağdaşmaz. Bu iki aşırı uç arasında yer alan Mu’tezile insanın kendi fiillerini gerçekleştireceği irade ve kudreti Allah’ın ona verdiğini, ancak onun bu irade ve gücü hangi şekilde kullanacağını da ezelî bilgisiyle kuşattığını söylemiştir. Buna göre Allah iyi olanı irade ettiği için emreder, kötü olanı da irade etmediği için emretmez; insandan da irade ettiğini Allah’ın kendisine verdiği güçle yaptığı için sorumluluğunu üstlenmiş olur. Ehl-i Sünnet’in iki büyük okulundan biri olan Eş’ariyye, insanın bütün fiillerinin Allah tarafından bilindiği, takdir edilip yaratıldığı görüşündedir. Fakat onlara göre insanın yapıp ettiklerinden sorumlu olmasını sağlayan bir “cüz’î irade”si bulunmaktadır. Onun bu iradeyle yöneldiği fiil Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir; dolayısıyla o fiili seçtiği için de insan onun sorumluluğunu kazanmış/kesbetmiş olur. Eş’ariyye’ye göre Allah “hâlık/yaratan” insan ise “kâsib/kazanan”dır.

 

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...