Felsefe hakkında her şey…

Jean Jacques Rousseau’nun Felsefesi

07.11.2019
6.689

Rousseau’nun düşüncesine en genel anlamda üç ayrı yönden yaklaşmak olanaklıdır:

Toplum sözleşmesi kuramcısı olarak” Rousseau, var olan in sanlık durumunu açıklamak amacıyla varsayımsal bir doğa durumu kurmaya çalışır. Bu çaba, hem bir insan doğası kuramı hem de toplumsal örgütlenmeye yönelik bir dizi pragmatik savdan oluşan bir felsefi insanbilimin çevresinde dolaşır. “Toplum yorumcusu olarak” Rousseau, eğitim ile toplumsal örgütlenmenin hem var olan uygulamadaki biçimlerini hem de olması gereken ideal biçimlerini ortaya koymaya çalışır. “Bir ahlakçı olarak” Rousseau ise bir tür evrensel siyasal eylem ya da uzlaşı biçimi aracılığıyla birey ile yurttaşı bir potada kaynaştırmaya çalışır.

1750’li yıllardan başlayarak Rousseau, insanın toplumdaki durumunun doğası ile kökenleri üstüne, buna bağlı olarak da var olan durumun iyileştirilmesi adına neyin yapılabilir olduğu ile neyin yapılması gerektiğine ilişkin giderek daha bir derinleşen, ayrıca da alabildiğine kavraması göçleşen düşünceler geliştirmiştir.

Dijon Akademisi’nin “Bilim ile sanatta yaşanan gelişmeler, ahlak yaşamında yansımasını bulmuş mudur?” konulu deneme yarışması için yazdığı ve ödül de kazandığı Bilimler ile Sanatlar Üstüne Konuşma (Discours sur les sciences et les arts, 1750) başlıklı çalışmasında sonraki yapıtlarındakilere göre çok daha çarpıcı ama bir o kadar da yüzeysel düşünceler ortaya koyduğu gözlenen Rousseau, bu yapıtında ne bilimsel bilginin artışının ne de sanatların mükemmel yapıtlar yaratmasının tek başına gerek birey temelinde gerekse bir bütün olarak toplum temelinde ahlaksal bir iyileşme sağlamayacağını ileri sürmektedir. Tam tersine bu tür üst düzey bir kültürel yapılanmanın toplumun var olan konumu düşünüldüğünde fazlasıyla lüks ve gereksiz kaçacağının altını özellikle çizen Rousseau, ancak çok az sayıdaki dini düşünürün düşünceleriyle insanlığın ilerleyebileceğini savunmaktadır.

Yine de Rousseau, çoklarının “yüksek beğeni ve öğreniler”in ortaya konması karşısında ilerleme anlamında bir etki almaktan çok, onarılması son derece güç büyük hasarlar göreceğinden duyduğu derin endişeyi açıklıkla dile getirmektedir. Söz konusu deneme yayımlandığı dönem için önemli sayılabilecek bir oranda dikkat çekmiş, Rousseau’nun sonradan özenle karşılık vereceği epey bir de tepki almış olmasına karşın, bu yazısından hemen sonra kısa bir süreliğine de olsa müziğe duyduğu ilginin daha ağır basması nedeniyle Rousseau toplumsal eleştiri konulan üstüne yazmayı bir süreliğine ertelemiştir.

Nitekim 1753 yılında yazdığı Fransız Müziği Üstüne Mektup (Letter on French Music) başlıklı yazısında Fransız müziğini eleştiren Rousseau, tekdüze, kaba saba ve renksiz bulduğu Fransız müziğinin bütün bu olumsuz özelliklerini, söz konusu müziğin bütünüyle köklendiği toprak olarak düşündüğü Fransız konuşma diline bağlamaktadır. Sonradan Fransız yapısökümcü düşünürü Derrida’nın büyük ilgisini çekecek olan 1755 ile 1760 yılları arasın da yazmaya başladığı ama bir türlü tamamlayamadığı Dillerin Kökeni Üstüne (On the Origin of Languages) başlıklı denemesinde Rousseau, Fransız dilinin “yardım isteme” ya da “yardım çağrısı” ile “öteki insanları denetleme” ünlemleri doğrultusunda biçimlenmiş olduğunu ileri sürmektedir. Fransız dilinin tatsız tuzsuzluğunun da yalınkatlılığının da hatta aşırı açıklığının da başlıca nedeninin bu öznitelikler olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Rousseau sıcak güney iklimlerinin hüküm sürdüğü ülkelerin dillerinin sevgi ve tutkuyla dolu aksanlarının dili her zaman renkli kıldığına ve bunun en belirgin örneğinin “İtalyan Operası”nda görülebileceğine dikkat çekerek, toplumsal ve siyasal istemlerin müzik dilini dahi derinden etkilediği saptamasında bulunmaktadır. Sözü buradan etkili bir devlet yönetiminin keskin, sert ve etkileyici bir söyleyişi olması gerektiği noktasına taşıyan Rousseau, bir başka “deneme”sinde bütün dikkatini devlet yönetiminin ya da hükümetin kökeni ile işlevi konusuna çevirmektedir.

İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temeli Üstüne Konuşma (Discours sur l’origine et les fondements de l’inégalité parmi les hommes, 1755) başlıklı bu kitabında Rousseau, neredeyse bütünüyle “pastoral” diye nitelendirilebilecek bir insanlık görüşü sunar. Rousseau’nun en önemli yapıtları arasında gösterilen bu oldukça önemli yazısı temelde doğa insanlığının çöküşü konusunu, yaban topluluklardan toplumlara, en sonunda da devlete dek yozlaşmanın ve kokuşmanın tarihinin ana uğraklarının izini sürerek incelemektedir.

Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi (Du Contrat social, 1762) başlığını taşıyan çalışması ise gerek siyaset kuramının gerekse siyaset felsefesinin klasik yapıtları arasında gösterilmektedir. Dört ayrı kitaba ayrılarak yazdan yapıtta, “Birinci Kitap” meşru siyasal bir düzenin kurulması için gereken uygun zemini; “İkinci Kitap”, böyle bir düzen içerisindeki egemen yapının kökeni ile işlevlerini; “Üçüncü Kitap” bütün gücünü ve yetkilerini egemen yapıdan alan ikincil konumdaki hükümetin görevlerini; “Dördüncü Kitap”, özellikle Roma devleti örneğini önüne koyarak sivil dinin işlevleri ile adil bir topluma ilişkin değişik konuları ele almaktadır. Kitabın alt başlığının “Siyasal Hakkın İlkeleri” olması ayrıca anılmaya değerdir.

Rousseau’nun kitabın hemen bütününe egemen temel ilgileri normatif bir nitelik sergilemektedir, söz konusu normatif yaklaşımın en belirgin biçimde görülebileceği konular “meşruiyetin doğası ile temeli” ve “adalet” ile “hak” ekseninde sıralanmaktadır. Bu anlamda var olan siyasal yapılara karşı varolması gereken siyasal yapıların araştırılması kitabın başlıca amacı olarak görülebilir. Yapıtın kavranması bakımından oldukça yararlı olan kısa bir özet, Emile’ in siyasal eğitimi üzerine söylenenler aracılığıyla “Emile” başlıklı “Beşinci Kitap”ta sunulmaktadır.

Rousseau, Toplum Sözleşmesi başlıklı bu önemli çalışmaya bir toplum içinde bir araya gelmemizi zorunlu kılanın birey olarak kendi kendimize yetmeyişimiz olduğu saptamasında bulunarak başlamaktadır. Ancak toplum içinde bir araya geldiğimiz vakit, yaşamımızı sürdürmek pahasına boyunduruk altına girmeyi doğal olarak istememekteyizdir. Özgürlük bu anlamda özsel bir insan gereksinimi, insanlığın en önemli göstergesidir. Dolayısıyla Rousseau’ya göre, özgürlük olma dan salt yaşamda kalmak gerçek anlamda bir insan yaşamını ifade etmemektedir. Bu bağlamda Rousseau insanların özgürlük temelinde bir araya gelmelerini, bütün kişilerin bir araya gelmesi adına egemenlik yapısının meydana getirilmesi durumuna, yani insanların kendileri açısından belli ölçülerde bağlayıcı olan yetke yapısı yasayı kendi arzularıyla benimsemeleri “genel istenç” diye adlandırmaktadır.

Genel istenç tasarımı Rousseau’nun siyasal meşruiyet kuramına baştan sona egemen olmasına karşın tam anlamıyla açık olmayan oldukça tartışmalı bir konudur. Kimi yorumcular bu anlayışın son çözümlemede en temel örneğinin Fransız Devrimi’nde verildiği üzere proleteryanın ya da yoksul kırsal kesimin diktatörlüğü anlamına geldiğini belirtseler de Rousseau’nun genel istençten anladığı tam olarak bu değildir.

Bunun böyle olmadığının en temel kanıtı, Rousseau’nun genel istencin bireyleri kitlelere karşı korumak için, tek tek bireylerin kitlelerin yararı adına kurban edilmelerine izin vermemek için var olduğunun altını özellikle çizdiği Siyasal Ekonomi Üstüne Konuşma (Discourse on Political Economy, 1755) bulunmaktadır. Kuşkusuz Rousseau bu noktada insanın doğası gereği bencil olduğunun, kendi toplumsal katmanının çıkarlarını savunmak adına ötekileri tahakküm altına alacak derecede baskıcı bir yaradılış taşıdığının bütünüyle farkındadır. Bu nedenle Rousseau, herkesin iyiliğini gözeten bir anlayışa içtenlikle bağlılığın sağlıklı bir toplumsal yapılanımı olanaklı kılacak genel iyinin oluşturulabilme baş koşulu olduğunu savunmaktadır. Nitekim bu çok önemli koşul “İkinci Kitap”ın da ana araştırma izleğidir. Rousseau genel iyinin oluşturulabilmesinin yeter koşullarını incelediği “İkinci Kitap”ta, özellikle gerekli olduğunu düşündüğü, insanları kendi bencil ilgi ve çıkarlarına karşı bütün bir toplumun iyiliğini düşünmeye özendirecek, bunun kendileri için daha büyük yararlar getireceği inancını aşılayacak yarı kutsal bir yöneticinin karizması tasarımına başvurmaktadır. “İkinci Kitap”ın akışı boyunca Rousseau yalnızca yasalara ve iyi bir devlete ilişkin sarsılmaz bir duyarlık ve inanç taşıyan Korsika halkından örnekler vererek, kimileyin bu küçük ada halkının bir gün gelecek Avrupa’yı afallatacak derecede büyük işler başaracağı duygusuna kapıldığını dile getirmektedir.

Toplum Sözleşmesinin hükümetin rolünü ve görevlerini inceleyen “Üçüncü Kitap”ında Rousseau, çoğunluk yöneticilerin toplumun ilgi ve çıkarlarını gözetecek yerde kendi özel ilgi ve çıkarları uyarınca hareket ettikleri gerçeğinden yola çıkmaktadır. Nitekim bu gerçeğe bağlı olarak Rousseau, hükümet işlevlerinin baştan sona halkın yargısının egemenliği altında yürütülecek biçimde düzenlenmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Kuşkusuz bu yapılırken hükümetin farklı devletlerin farklı koşullarına (büyüklük, nüfus, coğrafya gibi) uygun güç ve yetkilerle donatılmasına ayrı bir özen gösterilmek zorundadır. Bu bağlamda Rousseau’nun demokratik yönetime karşı özel bir yakınlık duymaması önemli bir noktadır. Bunun ana nedeni anayasa ile egemen yapıyı Rousseau’nun iki ayrı konu olarak düşünmesine bağlanabilir.

Dördüncü Kitapta Rousseau’nun, kitabın kapsamı göz önünde bulundurulduğunda oldukça uzun sayılabilecek bir biçimde Roma Devleti’ni tartışması söz konusudur. Rousseau burada Roma’ya bir yandan alabildiğine feci bir devlet çöküşünün modeli olarak yaklaşırken, öbür yandan tanrısal onaylar ile sivil yasaları bir araya getiren, tanrısal yasaları sivil yasalara uymaya çağıran, bütün ulusun genel iyiliğine halkın bağlılığını pekiştirecek bir olanak olarak “sivil din” tasarımını tartışmaktadır.

Rousseau Emile (1762) adlı yapıtının en olgun, en başarılı yapıtı olduğunu düşünmektedir. Bunun en temel kanın özdeğerlendirmesini yapmak amacıyla 1772 ile 1776 yılları arasında yazdığı (Rousseau Judge of Jean-Jacques: Dialogues) adlı çalışmasında açıklıkla görülmektedir. Rousseau burada kendisini gerçek anlamda kavramak isteyenlere düşüncelerini en derin, en kapsamlı biçimde dile getirdiği Emile adlı yapıtına bakmalarını önermektedir, Kitabın alt başlığı Eğilim Üstüne olmasına karşın, Rousseau’nun bu yapıtında insandaki kötülüğün kaynağına ilişkin en temelli düşünceleri yanında bütünüyle mutlu bir yaşama ulaşmanın olmazsa olmazlarım ortaya koyduğu gözlenmektedir.

Emile’in çatısı insanlığın kokuşmuşluğu ve çürümüşlüğü karşısında bir gencin ( kendisi) yetiştirilme öyküsü üstüne kurulmuştur. Dört kitaptan oluşan yapıtın hemen tamamına egemen olan ana düşünce, toplumsal ilişkilerin doğası ile sivil toplumun buna olanak tanıyan temeli nedeniyle çağdaş toplumdaki çoğu erkek ile kadının yozlaşmış, yaşamlarının çarpıklaşmış olmasıdır. Bu istenmeyen durum karşısında yapıtın ana savunusu, insanın doğası gereği iyi Olduğu ama toplumsal yaşamın onu kötü olmaya iteklediği biçiminde kısaca özetlenebilir. Rousseau’ ya göre, kişinin anlamlı ve mutlu bir yaşam sürebilmesi için elden geldiğince toplumun alabildiğine zararlı etkilerine karşı korunaklı olması, yaratıcı, uyumlu, neşeli bir yaşam geliştirebilmesi için kendi kişisel kaynakları ile ahlaksal bağlanımlarına geri dönmesi gerekmektedir. mile ele alınan konulardan bir diğeri de insanın bebeklikten büyüyüp yetişkin olana değin geçtiği gelişim aşamalarında, hem bireyin kendisinden hem de dış etkilerden kaynaklanan en önemli sağlık ve hastalık nedenleri üstüne yürütülen tartışmada kendini gösterir. Çocukların dengeli, önceden belirlenmiş amaçlara ulaşmayı en etkin bir biçimde sağlayacak belli bir yöntem dahilinde yetiştirilmeleri gerektiğini savunan Rousseau, bu yetiştirme sürecinde pratik yaşam ile somut konulara ilişkin içgörülerin çocuklara olabildiğince aşılanması gerektiğini dile getirmektedir. Burada Rousseau’nun önemle üstünde durduğu, çocuğa verilen eğitimle kazandırılacak temel yaşama tutumunun en belirleyici özelliğinin, doğaya göre ya da doğanın kendi iç işleyişine uygun bir yaşam farkındalığının aşılanmasına yönelik olması gerektiğidir. Kendi güçlerimiz ile gerçek koşullar arasında ne denli uyumlu bir ilişki içinde olduğumuzun ana belirleyicisi de bu farkındalıktır. Böyle bir farkındalık eğitimini başarıyla almış çocuk, Rousseau’ya göre, toplum içinde kendisine bir yer bulma gereksinimi duyduğu vakit, bu yeri edinmek amacıyla çevresini denetlemeye, yakınındaki insanları egemenliği altına al maya çalışmayacaktır, yani despot yaradılışta bir kişi olarak toplumsal ilişkilerde bulunmayacaktır. Bunun tam tersine kendisi için gerekli olduğunu gördüğü yaşam yararlarım ancak arkadaşlığa, karşılıklı saygıya, işbirliğine dayalı olarak edinebileceğini bilecek, ona göre davranacaktır. Bu bağlamda Rousseau, birbirimize karşı sevecenlik ile yardımseverlik besleme kapasitemizin insanlığın bütünleşerek bir toplum içinde yaşayabilmesinin temeli Olduğu gibi, “Atın Kural”ın da en doğru açıklaması Olduğunu savunmaktadır. Gerçek ahlaksal istemlerin ne bize dışardan dayatılan ne de us yoluyla bulgulanan şeyler olduklarının altını özellikle çizen Rousseau, söz konusu istemlerin ancak eşitler arasında kurulan yaratıcı ilişki bağı yoluyla dışa vurulan yaşam gerekleri olduğunu ileri sürmektedir. Bu aynı konu yani karşılıklı saygı temelinde kendini geliştirme ülküsü Rousseau’nun evlilik ile cinsel ilişkilere yaklaşımında da belirleyici bir konumdadır. Rousseau böylesi bir zemin üstüne kurulmuş toplumun, içinde yaşayan bütün bireylerin mutluluğunun tek güvencesi olduğunu düşünmektedir.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...