Felsefe hakkında her şey…

Hegelcilik Nedir?

18.11.2019
5.638
Hegelcilik Nedir?

Hegelcilik, Hegelci Okul olarak da adlandırılan ve özel olarak Alman filozof Hegel’in öğretisiyle ölümünden sonra başlayıp 1848’e kadar süren sağ Hegelcilik ve sol Hegelcilik olarak farklı fraksiyonlara ayrılan; genel anlamdaysa çeşitli Hegelci akımları adlandıran felsefi akımdır.

HEGELCİLİK NEDİR?

Hegelcilik; Alman filozof Hegel ve ona bağlı düşünürlerin oluşturduğu, özellikle “salt idealizm” ve “diyalektik yöntem” anlayışlarıyla belirlenen felsefe akımıdır.

Hegelci Okul, 1830-40 yılları arasında Almanya’da en yaygın olan felsefe okuluydu. Bu da Hegel felsefesinin kapalı, mantıksal bir dizge oluşundan, yönteminin ve ilkelerinin türlü dallara uygulanabilmesinden ileri geliyordu. Hegel’in ölümünden hemen sonra Hegelci okul türlü yönlere ayrıldı. Özellikle Hegel’in din ve siyasa sorunlarında kesin bir tutumu olmayışı, okulun ikiye ayrılmasına, Sağ Hegelciler ve Sol Hegelciler diye iki grubun ortaya çıkmasına yol açtı.

Bu bağlamda tutucu Hristiyan sağ kanadın savunucuları Gabler ve Hinrich gibi düşünürler olurken sol kanadın savunucuları Richter, Ruge, Bruno Bauer, Strauss, Feuerbach ve Marx gibi isimlerden oluştu. Sol kanat Strauss ve Feuerbach’la sonunda maddeci akımla birleşmiş; Marx ve Engels’le birlikte Hegelcilik tarihsel maddecilik akımının temel ögelerinden biri olmuştur.

Hegel düşüncesini 20. yüzyılda diyalektik yöntem açısından yeniden ele alan akıma da Yeni Hegelcilik denir. Bu akım sadece Almanya’da değil, özellikle Fransa, İngiltere, İtalya, Hollanda, İskandinavya, Amerika ve Rusya’da da yaygınlık kazanmıştır.

HEGELCİLİK ve ANTİK ÇAĞ FELSEFESİ

Hegelcilik Antik Çağ Yunanlılarının Elea Okulu ve onu geliştiren Platon-Aristoteles felsefesinin temeline dayanır. Bu, felsefenin temel sorununda düşünceci (idealist) yanı tutan düşünceci bir felsefe geleneğidir ki tarih boyunca hep aynı kalmış ve aynı savı çeşitli biçimlerde yinelemiştir. Hegel’in bu eski ve değişmez sava kattığı yenilik, onu maddeci ögelerle tanıtlamaya çalışmaktan ibarettir.

Elealılar tek ve değişmez bir varlık olduğunu ileri sürüyorlar, çokluğun ve değişirliğin sonucu olan oluş’un düşsel bir görünüşten başka bir şey olmadığını söylüyorlardı. Dayandıkları gerekçe de duyusal olanın yanıltıcılığı ve ussal olanın gerçekliğiydi.

Platon bu savı yeni yorumlarla geliştirmişti. Duyumu incelemiş ve onun gerçeği bildirmekten uzak bulunduğu kanısına varmıştı. En kaba duyumlarımızı bile kavram’larla dile getiriyorduk.

Bu, sadece bir dile getirme sorunu değildi. Değil başkalarının duyumlarını, kendi duyumlarımızı bile çeşitli ussal sınıflandırmalar yapmaksızın bilemezdik. “Üşüdüm” derken üşüyenin kendi bedenimiz olduğunu; onu taşlardan, bitkilerden hayvanlardan ve öteki bedenlerden ayırabildiğimiz, eş deyişle bir sürü kavramla sınıflandırabildiğimiz için biliyorduk. Kendi bedenimizin üşümüş olduğunu da onu kaçınmalardan, kızarmalardan, ısınmalardan ayırabildiğimiz, eş deyişle bir sürü kavramla sınıflandırabildiğimiz için biliyorduk. Demek ki bilgi kavramsaldı.

Kavramlarsa duyuların değil, bütün bu sınıflandırmaları yapan usun ürünüydüler. Öyleyse bilgi nesnel değil ussaldı. Kendiliğinde nesne yoktu, bir görüntüden ve bir hiçten başka bir şey değildi. Örneğin masa, kendiliğinde neydi? Onu sertliğinden, renginden, boyundan, görevinden vb. eş deyişle kavramlarla dile getirdiğimiz niteliklerinden soyutlarsak geriye ne kalırdı? Bir hiç. Hiç demek, yok demekti. Öyleyse gerçek olan nesneler değil, kavramlar ve eş deyişle geneller (evrenseller, tümeller)’di. Masa, bu genellerle varlık kazanıyordu. Ama masanın bizim bilincimizin dışında var olduğu da bir gerçekti, bu demekti ki geneller de bizim bilincimizin dışında vardılar ve nesneldiler. Platon bu nesnel genellere idea adını verdi ve nesnel düşünceciliğin (objektif idealizm) temelleri de böylece atılmış oldu.

Hegel, Aristoteles’in katkısına da sahip çıkarak, bu temellerin üstünde yükselmektedir.

Aristoteles’in bu düşünceci geleneğe en büyük katkısı ereksellik anlayışıdır. Aristoteles’in biçim’i, bilimsel nedensellik anlayışında sonuç değil, bir erek’tir. Çünkü o, mantıksal bir öncelik taşır ve sürecin başından beri sebep’in içinde vardır. Palamut sebebi meşelik ereğini içinde taşır, böyle olmasaydı palamuttan meşe çıkmazdı (Bilimsel nedensellik anlayışında neden sonucunu içinde taşımaz, örneğin ısıda madensel cisimleri genişletme olgusu yoktur, madensel cisimlerin genişlemesi sonucu, ısı nedeninden ayrı bir olgudur). Bundan başka erek, sebepten öncedir (Bilimsel nedensellik anlayışında neden, sonucundan öncedir).

Ama bu, bir zaman önceliği değil, bir mantık önceliğidir (Nasıl ki mantıkta öncüller vargılardan zamansal olarak öncel değil, mantıksal olarak önceldirler). Aristoteles’e göre dünyalaşma sebebinden öncedir. Çünkü o, birbirlerini oluşturan bütün sebeplerin başından beri vardır. Ama bu, dünyalaşma olgusunun başlama zamanından önce dünyalaşma ereğinin varbulunduğu anlamına gelmez. Çünkü erek ya da biçim, geneldir. Genellerse zaman ve uzay dışıdırlar, zaman ve uzay içinde yokturlar. Bundan da şöyle bir düşünceci sonuç çıkarılmaktadır: Zaman ve uzay içinde bulunmayan yok demektir, demek ki geneller (tümeller ya da evrenseller) varbulunmayan varlık’lardır.

Gerçek olan da bunlar olduğuna göre demek ki asıl gerçek, varbulunan değil, var bulunmayandır. Var bulunan görünüş’lerin gerçek dışılıkları ve sahtelikleri de bu düşünceci mantıksal uslamlama sonucudur. Bundan başka zaman ve uzay dışı olan saltık’tır, demek ki asıl gerçek varlık saltık’tır. Tanrı kavramına da dinsel yolun dışında, felsefi yoldan böylelikle varılmış olmaktadır.

Aristoteles erek’ten Tanrı’ya böylelikle geçmiş oluyor. Bu tanrı, Aristoteles’in tanımıyla düşünmenin düşünmesidir, eş deyişle kendi kendisini düşünen düşünce’dir. Düşünce de zihin’in özü olduğuna göre saltık zihin’dir.

Görüldüğü gibi idealist öğretide us, düşünce, zihin, ruh ve tanrı böylelikle özdeşleşmiş olmaktadırlar.

Hegel, Felsefe Tarihi Derslerinde şöyle der:

“Felsefeyle dinin ortak bir içeriği vardır, sadece biçimleri farklıdır. Felsefe, dinin hayal ürünü olarak sunduğu şeyi, kavramsal olarak yakalar.”

Hegel işte böylesine kavramsal bir felsefe geliştirmiştir. Adı geçen yapıtında şunları da ekler: “Usçuluk, içerik ve biçim bakımından fesefeye ters düşer. İçerik bakımından ters düşer, çünkü gökyüzünü bomboş bırakmış ve her şeyi sonlu ilişkilere indirgemiştir. Biçim bakımından ters düşer, çünkü onun biçimi, özgür ve kavramsal olmayan uslamlamadır…Felsefe, önceden kendisine dayanak olarak verilmiş bir nesne üstünde düşünmez. Çünkü onun içeriği zaten düşüncesidir. Felsefede saltığın düşünce gibi olması gerekir”… Hegel’e göre felsefenin görevi evreni açıklamaktır. Evreni açıklamak felsefenin törebilim, bilgi kuramı, metafizik vb. gibi bütün öteki sorunlarını da açıklamak demektir. Evreni açıklamak, onun sebebini açıklamakla olur. Evren, nedensellikle açıklanamaz. Çünkü her ‘ilk neden’in de bir nedeni olmalıdır, kendisi açıklanamayan bir ilk nedense evreni açıklayamaz. Evreni açıklayabilecek olan, bir ilk neden değil, ilk sebep’tir, bir ereksel sebep. Çünkü ancak odur ki ereğiyle kendisini açıklar. Sebebin bizzat kendisi bize sebebini açıklar, çünkü neden sonucunu içermez ama sebep ereğini içerir.

Hegel’e göre evrenin ilk sebebi ya da ilkesi, Platon’da olduğu gibi bütün geneller değil, bu bütün genelleri de içeren bir geneller geneli olmalıdır. Bu savı Hegel’i , biçimler biçimi’nin yaratıcısı Aristteles’ yaklaştırır. Ne var ki Aristoteles de Elealılar ve Platon gibi, özdeği bir türlü yadsıyamamıştı. Dikkat edilirse idealizmin antikçağ temelinde özdeğin hiçbir zaman yadsınmamış olduğu görülür. Elealı Parmenides, tüm düşünceci savlarına karşın, varlığın küre biçiminde olduğunu ve uzayda bir yeri bulunduğunu söylemiştir. Demek ki varlık özdekseldir. Platon İdea’ların örneklik ederek biçimlendirdiği nesnelerin, biçimsiz ve belirsiz de olsa, özdek olduğunu kabul eder ve onu da İdea’lar kadar ilksiz ve sonsuz sayar.

Bundan başka Platon, İdea’ların bir başka dünyada bireysel varlıkları bulunduğunu ve ölü ruhların bunları gidip görebildiklerini de ileri sürer ki bu da onların özdekselliğinin dolaylı bir kanıtıdır. Aristoteles’e göre her biçim bir üst biçimin özdeğidir, böylelikle sonunda özdeksiz biçim’e varılır ama aradaki sayısısz biçimlerde özdeksellik kaynaşır.

Hegel, özdekten kurtulabilmek için, Kant’ın duyusal genellerle duyusal olmayan geneller ayrımından yararlanır. Kant’ın önsel ulamları, duyusal olmayan genellerdir. Hegel’e göre de evrenin sebebi olan geneller geneli, böylesine duyusal olmayan bir genel olmalıdır. Nesneler, bir geneller toplamından başka bir şey değildirler (örneğin masa, çeşitli niteliklerini belirtmek için ona uygulanan kavramlar dışında bir hiçtir), demek ki geneller de nesneldirler.

Bundan başka özneyle nesne özdeştir, bu sav düşünceciliğin temel ilkesidir, ayrıca bundan ötürü de düşünce ürünü olan geneller nesneldirler. Özneyle nesne, eş deyişle bilenle bilinen özdeş olmasaydı bilme olgusu gerçekleşemezdi ve nesne zorunlu olarak Kant’ın varsaydığı gibi ‘bilinemez’ olarak kalırdı. Hegel’e göre bilinemezin varolduğunu söylemek ona bir kavram uygulamaktır, bir kavram uygulamaksa onu bilmek demektir. Daha açık bir deyişle, ona bilinemez demekle onu bilmiş oluyoruz. Evrende bilinmeyen ve belki de sonsuzca bilinemeyecek olan pek çok şey vardır, örneğin ayak basamadığımız bir uzay gezegeninde neler olup bittiğini bilemeyiz, ama bu onların yapısı gereği bilinemez oldukları anlamına gelmez.

Evrende az bilinen ya da çok bilinen şeyler vardır, ama yapısı gereği bilinemez olan, eş deyişle kendisine bir kavram uygulanamayan hiçbir şey yoktur. Bilinemez deyimi, bizzat çelişik bir deyimdir. Kant’çı bilinemezciliği böylesine eleştiren ve kökten çürüten Hegel bundan bilenle bilinenin, eş deyişle özneyle nesnenin özdeşliği sonucunu çıkarır. Açıkça şöyle der: “Felsefe, özünde tümüyle düşünceciliktir. Eski ya da yeni bütün düşünürlerin ileri sürdükleri ilkeler, su, özdek, atom vb. nesneler değil, düşünceler, eş deyişle genelerdir” (Hegel, Wissenschaft der Logik, son bölüm).

Hegel, böylece, evrenin ilk sebebi olarak duyusal olmayan genelleri, eş deyişle ulamları ele almakta ve bunlardan da bir geneller geneline varmayı amaçlamaktadır. Hegel, bu ulamları birbirinden çıkarsar ve her birinin zorunlu olarak bütün ötekileri içerdiğini ileri sürer. Amacı, açıklamanın zorunlu gereği saydığı birciliği (monizmi) gerçekleştirmektir. Bircilik gereğince evrenin on iki tane ilk sebebi olamaz, bunların bir tek ilk sebepte toplanması gerekir. Kaldı ki Hegel, Kant’ın on iki sayısında dondurduğu ulamların çok daha fazla olduğu kanısındadır.

Bundan başka Hegel, kendinden önce ileri sürülmüş bütün genellerin ‘soyut geneller’ oldukları iddiasındadır, bundan ötürü de içlerinde kendilerinden başka hiçbir şey taşıyamaz ve dolayısıyla birbirlerinden çıkarsanamazlar, kendinin ileri sürdüğü genellerse ‘somut geneller’dir ve bundan ötürü de tüm türlerini kendi içlerinde taşımakta ve birbirlerinden çıkarsanabilmektedirler. Demek ki sorun, ilk ulamı, bütün öbürlerinin kendisinden çıkarsanabileceği ulamı bulmaktır. Bu ilk ulam, hem zorunlu olarak ‘ ilk’ ve hem de ‘en genel’ ulam olacaktır. Bir ulam, ne kadar soyutlanabilirse o kadar genelleşir. Demek ki ilk ulam, soyutlama süreciyle elde edilebilecek ‘en soyut ulam’ olacaktır. Neyi soyutlarsak soyutlayalım, son soyutlamada daima ‘varlık’ ulamını elde ederiz.

Masayı, ağacı, kuşu bütün niteliklerinden birer birer soyutlarsak geriye daima “bu masadır”, “bu ağaçtır”, “bu kuştur” önermeleri kalır. Demek ki bütün soyutlamalarda geriye kalan daima ve sadece onların var oldukları, eş deyişle ‘varlık’larıdır. Öyleyse ‘varlık’, bütün ulamların ilki ve hepsinin sebebidir. Zorunlu olarak ilk, en genel ve en soyut ulam olan varlığı, varlığından da soyutlarsak, onun tam karşıtı olan “yokluk’u elde ederiz. Demek ki ‘varlık’ karşıtı olan “yokluk’ u içinde taşıyordu; yoksa yokluk varlıktan çıkarsanamazdı.

Hegel’e göre ‘karşıtlar’ da birbiriyle özdeştirler ve her şey karşıtını da içinde taşımaktadır. Bunu ileri sürme, cebimizde elli lira bulunmasının aynı zamanda elli lira bulunmaması demek olduğu anlamına gelmez. Çünkü birinin alanı soyut, öbürününse somuttur. Özdeşlik, özdeş olanların birbirine geçiş’lerinin olanaklı bulunduğunu gösterir. İşte bu geçiş, Hegel’e göre ‘oluş’tur. Varlık, yokluk ve oluş Hegel’ci mantığın ilk üç ulamıdır. Hegel’ci eytişimde her üçlünün ilk ulamı ‘olumlu’dur. eş deyişle bir şeyin olması için, aynı zamanda onun ‘olmaması’ da gerekir. Birinden öbürüne geçişi dile getiren oluş sürecinde de böyledir. Demek ki üçüncü ulam olan oluş, öbür ikisinin karşıtlığını ve aynı zamanda özdeşliği içerir, böylelikle ilk iki ulamı, ikincinin birinciyi ‘olumsuzlama’sını ‘olumsuzlayarak’ uzlaştırır. Bu sürece ‘sav-karşısav-bireşim’ de denir. Hegel’e göre us, çelişik olanda duramaz ve bundan ötürü de ilerlemeyi zorunlu kılar. Bireşim yeni bir sav, ya da ‘olumsuzlamanın olumsuzlanması’ yeni bir olumlama (sav N) olur ve karşısavını ya da olumsuzunu ortaya koyar.

Hegel, eytişimsel üçlünün ilk terimine ‘kendinde’ demektedir ki bu da Aristoteles’in ‘gizilgüç’ ve ‘gerçekleşme’ deyimlerini karşılar. Her iki erekselci düşünüre göre erek, gerçekleşmeden önce, sebebinin içinde gizilgüç olarak vardır. aristoteles’e göre nasıl meşe ereği palamut sebebinin içinde gizilgüç olarak bulunuyorsa Hegel’e göre de oluş ereği varlık sebebinin içinde öylece gizilgüç olarak var bulunmaktadır. Bu mantık, son ulamın da ilk ulamın içinde gizilgüç olarak bulunduğu gerçeğini açıklar. Kavramlar, böylece, zorunlu olarak birbirlerinden oluşurlar. Hegel’ e göre her kavram ya da ulam (kategori, bir nesneye yüklenen nitelik), İdea’nın ‘uğrak’larıdır, eş deyişle beliriş biçimlerinden biridir. Evrenin temel ilkesi İdea (düşünce ya da ruh)’dır, evrensel oluşma İdea’nın kendini ‘açması’dır. Hegel şöyle der:”Benim bu mantık sisteminde izlediğim, daha doğrusu sistemin kendiliğinden izlediği yöntem, tek gerçek yöntemdir. Bunun böyle olduğu şundan da bellidir ki bu yöntem, nesnesinden ve içeriğinden farklı değildir, çünkü nesneyi ilerleten, kendi kendisindeki içeriktir, kendi kendinde taşıdığı eytişimdir. Şurası açıkça bellidir ki bu yöntemin gidişini izlemeyen ve onun yalın ritmine ayak uyduramayan hiçbir açıklama bilimsel sayılamaz” (Hegel, Mantık Bilimi, Giriş, s. 41-2).

Hegel’e göre us, kendisiyle çelişende duramayacağı için kavramların eytişimi çelişki yaratmayan bir ulama kadar sürüpgelir ve böylelikle birkaç düzine ulam elde edilmiş olur. Kavramlar eytişiminin sonunda varılan ve çelişki yaratmayan kavramsa bizzat kavram kavramıdır. Hegel, Mantık adlı yapıtının başına şöyle yazmıştır:”Varlık, kendisinde (gizilgüç) olarak nosyon’dur”. Kavram ulamı, kendinde ve kendisi için olarak, kendinden önceki bütün ulamları kapsar. İdea’nın mantıksal serüveni böylece biter ve ‘kavram’ın karşıtı olarak ‘doğa’ya geçilir.

Hegel’in bundan sonra nesnel bir doğa felsefesi geliştireceği sanılmamalıdır, gerçekte dışlaşıp doğalaşacak olan gene İdea’dır. Açılıp gelişecek olan doğa değil, gene de kavramdır. Çünkü Hegel’e göre kavramla doğa özdeştir. Şöyle der:”Bilim üç bölüme ayrılır:

  1. Mantık (kendinde ve kendi için olan İdea’nın bilimi),
  2. Doğa felsefesi (Dış varoluşuyla İdea’nın bilimi),
  3. Ruh felsefesi (Dış varoluşundan gene kendi üstüne dönen İdea’nın bilimi).

İdea, önce, kendisiyle özdeş olarak varolur. Aynı zamanda da kendi için olmak ereğiyle kendisine karşı koyar. Çeşitli felsefeler İdea’nın birer belirlenim’idir, bu çeşitli uğraklarda İdea açılıp yayılmaktadır. Doğada da, ruhta da yeniden karşımıza çıkan hep İdea’dır. Ama İdea orada bir dış varoluş biçimini almıştır, burada kendinde ve kendi için vardır. İdea’nın açığa çıktığı bu çeşitli belirlenimler, İdea’nın duraklamadan içlerinden geçip gittiği birer ‘uğrak (Moment)’tır. Bunun içindir ki her bilim, kendi içeriğini hem gerçek bir varoluşa sahip görmeli ve hem de aynı zamanda kendi içeriğini daha yüksek bir varoluşa geçmek için basamak yerine geçen bir aşama saymalıdır” (Hegel, Enzycopedie der Philosophischen Wissenschaften, 17).

Demek ki evrenin ilkesi, yapıcısı, kurucusu olan İdea’nın ilk serüveni kendi alanında, eş deyişle düşünce alanında; ikinci serüveni doğa alanında, eş deyişle altyapıda; üçüncü serüveni ruh alanında, eş deyişle üstyapıdadır.

İdea, eş deyişle düşünce, saltık olduğu halde, nasıl oluyor da ilerliyor ve gelişiyor?.. Hegel’e göre düşünce, evrensel bir temel olma bakımından saltıktır; yeniden kendisine dönmek ve sonsuzca saltık kalmak üzere bir maceraya çıkmıştır, kendisine ‘yabancılaşarak’ doğalaşmıştır, insan bilincinde kendisini tanıyarak bu yabancılaşmayı aşmış ve macerasını tamamlamış bulunmaktadır. Bu demektir ki, ‘saltık düşünce’, bir süre için kendisini tarih ve doğa içinde yansıtmıştır. Gök cisimleri, saltık düşüncenin doğalaşma yolunda attığı ilk adımdır. Astronomik kozmos, saltık düşüncenin kendisine ilk yabancılaşmasıdır. İtme ve çekme, ayrılma ve birleşmeden ibaret çelişmelerle doğasal cisimler oluşur.

Doğalaşma, sırasıyla; kabuklular, yumuşakçalar, böcekler, balıklar, sürüngenler, kuşlar, memeliler boyunca sürüp gider. Bu yabancılaşmanın sonunda da en yetkin organizma olan insan meydana gelir ki saltık düşünce de kendisini yansıtacak aynaya kavuşmuş olur. Artık özdeksel yapıda daha fazla doğalaşmak gerekmeyecektir. İnsanda beliren ve kendisine kavuşan saltık düşünce, evrimsel gelişmesine bilinç, ruh, akıl alanında (ki bunlar aynı şeylerdir) devam edecektir. İnsan, özü gereği ruh, eş deyişle bilinç ve özgürlüktür. Saltık düşünce, doğalaşma macerasının sonunda ilkin insan bilincinde, eş deyişle bireysel bilinçte kendisini yansıtmıştır (Subjektiver geist). Sonra başka bireylerle bağıntılı olarak bir kültür düzeyine atlamış ve kendi özüne uygun bir toplumu gerçekleştirmiştir (Objektiver geist). Sonunda da kendi kendisinin bilincine ulaşarak (Absoluter geist) felsefe, din, sanat gibi değişmez, ölümsüz, saltık değerleri gerçekleştirmektedir.

Başka türlü bir söyleyişle, birey önce öznel bir ruh taşır. Geliştikçe bu ruhun ortaklaşalığını kavrar. Öznel ruh, bu kavrayışla, yerini nesnel ruha bırakmış olur. Nesnel ruh, önce, ortaklaşa özgürlük demek olan ‘hak’ biçiminde belirir, hakkın en belli biçimi de özel mülkiyettir. her birey, özgür eylemleri sonucu, mal sahibi olmak ve malını başkalarına vermek hakkını taşır. Bu veriş, sözleşme’dir. Sözleşme, tohum halinde devlet’tir. Oysa birey hak’la çelişir ve onu yadsır, bu yadsımadan suç doğar, suç da ceza’yla çelişir ve yadsınır. Hak, böylelikle gelişmektedir. Bu gelişme sonunda en yetkin varlık olan ‘devlet’ meydana gelir. Ama devlet, ne kadar yetkin olursa olsun, saltık düşüncenin amacı olamaz. Özgürlük ruhun özüdür, hiçbir devlet kişiye bu özgürlüğü veremez. Ruh, gerçek özgürlüğüne gene ruhun alanında bulabilir ve sanatın, dinin, felsefenin özgür alanlarında devletin üstüne yükselir.

Görüldüğü gibi; doğanın, insanın ve toplumun yaratıcısı olan saltık düşünce, laik bir Tanrı ya da derece derece açılıp saçılarak her varlıkta beliren bir gizemcilik Tanrısıdır. Hegel’in bu varsayımına bir çeşit doğatanrıcılık da denebilir.

Fransız düşünürü Henr, Lefebvre, Hegel’in, dolayısıyla idealizmin büyük paradokslarını şöyle özetlemektedir:”Fikir, diyor Hegel, bizden önce, düşünüş ve uygarlık tarihinden önce, dünyadan önce vardır. Ama o zaman bilinçsizdir.(…) Bir fikir nasıl bilinçsiz olabilir? Mutlak bilim, bilimi yapan insan zekalarından önce nasıl varolabilir? Maddi olmayan bir fikir, nasıl olur da maddeyi ve tabiatı yaratabilir? Kendi bilinci haline gelmek için dünyayı yaratmak gibi bilinç işi olan bu derin dünya hesabını bilinçsiz fikir’e izafe etmek saçma ve çelişmeli değil midir?

Özdekçiliği de içine alan tüm felsefeyi ‘evrensel düşüncecilik’ sayan Hegel (çünkü Hegel’e göre bizzat özdek de bir kavramdır, eş deyişle geneldir) Eleacılarla Platon-Aristoteles geleneğine dayanmakla beraber özellikle Spinoza, Hume ve Kant’tan da yararlanmıştır. Mantık’ta “Spinoza’nın ‘Her belirlenme, yadsımadır’ sözü son derece önemlidir” der (İbid, bölüm2, s. 117). Örneğin bir şeyin güzel olduğunu söylemek, eş deyişle onu güzellik yüklemiyle belirlemek, çirkin olduğunu yadsımak demektir. Hegel, Spinoza’nın bu ilkesini tersine çevirip olduğu gibi almıştır. Hegel’e göre “her yadsıma, belirlemedir”. Çünkü bir şeyin çirkin olduğunu yadsımakla onu güzellikle belirlemiş oluruz. Hegel’e göre yadsıma (eş deyişle olumsuzlama) karşıtı olan olumlama’yla özdeştir. Buradaki ‘olumlama’ deyimi Spinoza’nın ‘belirleme’ ya da ‘sınırlama’ deyimleriyle aynı anlamdadır. Örneğin her şeyin güzel olduğunu söylemekle onu belirlemiş, bütün çirkinliklere karşı sınırlamış ve aynı zamanda güzelliğini evetlemiş, eş deyişle olumlamış oluyoruz. Demek ki Spinoza’ya göre olumlamak olumsuzlamak olduğu gibi Hegel’e göre olumsuzlamak olumlamaktır. Hegel’de olumsuzlama ya da eş deyişle yadsıma, yaratma’dır. Çünkü her şey, olumsuzlanmakla varolur. Herhangi bir şeyin varolabilmesi için, her şeyden önce olumsuzlamanın, ya da yadsımanın olağanüstü gücü gereklidir. Herhangi bir şeyde olumsuzlanma gücü (eş deyişle ona karşı olanı, ona karşı koyanı) yoksa o şey Hegel’in deyimiyle ‘ölür’ (son bulur).

Bundan başka Hegel’in ‘sonsuzluk’ kavramı da Spinoza kaynaklıdır. Sonsuzluk sınırsızlıktır. Spinoza’ya göre belirlenmiş olmak sınırlanmış olmaktır. Demek ki, sonsuz belirlenmemiştir. Ne var ki Spinoza, onun, kendinin nedeni ve eş deyişle kendi kendisinin beliryeicisi olduğunu söyler.

Hegel de sonsuz kavramını tümüyle Spinoza’cı anlamda kullanır. Hegel’e göre sonsuz zorunlu olarak sonlu’yu içerir. Çünkü içermezse, böylece kendi dışında bir şey bırakacağı için, kendisi sonlu olur. Bu Hegel’in temel varsayımıdır (Her şey, kendi karşıtını içerir).

Hegel, özellikle mekanik nedenselliğin çürütülmesinde, Hume’la beraberdir.

Kant’tan da çok şey almakla beraber temelde Kant’a bir karşısav olarak ortaya çıkmıştır. İnsan usuyla nesnel gerçeği tümüyle birbirinden ayıran ve aralarına aşılmaz bir duvar çeken Kant’ın tersine Hegel insan usuyla nesnel gerçeği bir ve özdeş sayar. Hegel’e göre “gerçek olan her şey ussal, ussal olan her şey de gerçektir”. Ne var ki bu, ussalı nesnel gerçeklikten çıkaran bir deyim değil, tersine, nesnel gerçekliği ussal sayan bir deyimdir. Kant, doğayı saltık saymış ve düşüncenin bu alana asla sokulamayacağını ileri sürmüştü. Hegel düşünceyi saltık sayarak, Kant’ın tersine, doğanın, bu saltık düşüncenin ürünü bulunduğunu savunmuştur. Bununla beraber Kant’ın özellikle tarih görüşü, tarihi, sanki bir düşünce tarafından yönetiliyormuşçasına önceden belirlenmiş bir ereğe doğru ilerletir. Hegel’de de düşüce, doğada ve tarihte böylesine içkindir. Her iki görüş de, belli bir noktada, doğadan önce bir mantığın varlığını kabul eder. Hegel, ‘Küçük Mantığa Giriş’inde şöyle demektedir:”Yargı gücünün eleştirisi’nin ilginç yönü, Kant’ın burada İde’ye kadar yükselmiş olmasıdır. Kant felsefesi sadece burada kurgusaldır. Kant burada anlığın (zihnin N.) konusu olan ‘genel’le sezinin konusu olan ‘tikel’ arasında kuramsal ve kılgısal us öğretilerinden çok daha başka bir ilişki kurar. Ama bu ilişkiyi bir ilke olarak koymaz, deneyde nasıl meydana geliyorsa öylece verir. Doğanın iç erekliliği ilkesini bilimsel uygulamalarında izleyip geliştirseydi bizi çok daha derin bir anlam taşıyan alanlara götürebilirdi. Çünkü bu ilke, bizi zorunlu olarak şu sonuca vardırır: Tümel, saltık, erek, iyi evrende gerçekleşme haline gelmiştir ki bu da, ereğini kendisi koyup kendisi gerçekleştiren bir güç tarafından, eş deyişle kendisinde tümelle tikel ve özneyle nesne karşıtlığının silinip sadece saltık gerçekliğin belirdiği Tanrı tarafından gerçekleştirilmektedir”.

Gerçekten de Hegel’le Tanrı ve dolayısıyla Hıristiyanlık arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Hegel’in temel üçlüsünün, Hıristiyanlığın temel üçlüsüyle özdeşliği açıklanması gerekmeyecek kadar bellidir. Kendinde İdea (saltık varlık) Hıristiyan üçlemesindeki Tanrı, ikinci aşama olan kendi dışında İdea (doğa) Hıristiyan üçlemesindeki İsa, üçüncü aşama olan kendisi için İdea (ruh) Hıristiyan üçlemesindeki kutsal ruh’tur. Her iki üçlük de birbirleriyle, karşıtlık içinde, özdeştirler. Üçünün birliği ‘saltık İdea’dır. Hıristiyan Tanrıbiliminde Tanrı nasıl insandan bağımsız olarak varsa, eş deyişle nesnelse, Hegel’in saltık İdea’sı da öylece insandan bağımsız olarak vardır ve nesneldir.

Hegel, öznel düşüncecilik anlayışına şöylece karşı çıkar:”Felsefe, din kadar düşüncecidir (idealisttir). Çünkü din de, felsefe gibi, sonlu’yu gerçek ve saltık bir varlık olarak tanımaz. Gerçek ve saltık varlık, her ikisi için de sonsuz’dur. Düşüncecilik, sonlu’nun düşünsel olduğunu söylemek demektir. Sonlu, düşüncedir ama gerçek varlık değildir. Öznel düşüncecilikse sonlu’yu tek gerçek biçim sayar, onun dış varoluşunu göz önüne almaz. Böylesine bir düşüncecilik anlayışında hiçbir şey kaybedilmemektedir, çünkü içerik sonlu durumuyla düşüncede kalabilir. Ama hiçbir şey de kazanılmamaktadır, çünkü kaybedilen hiçbir şey yoktur”(Hegel, Wissenschaft der Logik, 1, s. 171).

Hegel’in öğrencisi Heinrich Heine “bana tanrı olduğumu Hegel öğretti” der. Çünkü Hegel düşüncesi zorunlu olarak bu mantıksal sonuca varır. İdea, eş deyişle tanrı en yetkin aşamasına insan bilincinde ulaştığına göre ‘bilinçli insan’ kaçınılmaz bir biçimde tanrı’laşmaktadır. Hegel de çağının en üstün bilincini taşıdığına göre, bu çok tanrılı dünyada kaçınılmaz olarak Zeus’leşmiştir. Bu yüzden de, ölümüne yakın yıllarında, gene kaçınılmaz olarak dinsiz sayılmıştır.

Hegel “Minerva’nın baykuşu ancak karanlık bastıktan sonra uçmaya başlar” der. Bu demektir ki önce olaylar yaşanılır, sonra o olayların düşünceleri edinilir; önce özdeksel yaşam vardır, sonra düşünsel yaşam başlar. Hegel bu deyimini Hukuk Felsefesi adlı yapıtında daha da açıklar, “Nesnel gerçeklik (realite) oluşma sürecini bitirdikten sonradır ki dünyanın düşüncesi (felsefe) meydana çıkar” der. Bu, açıkça, ‘özdek düşünceden öncedir’ demek değil midir? Hegel, bir yandan böyle söylerken öbür yandan özdeğin temeline düşünceyi yerleştirir. Önce de söylediğimiz gibi, Hegel’cilik, bir açıdan, tüm çelişkidir. Hegel üstüne bir inceleme yazmış bulunan Prof. W. T. Stace şöyle der:”(…) Bu düzensizlikler, diyalektik yöntem açıklamamızın (diyalektik yöntemin N.) yanlış olduğunu göstermez. Gösterdiği, Hegel’in kendisinin bile kendi diyalektik yöntemini her durumda aynı utlak tutarlılıkta götürememiş olduğudur. Bu, şüphesiz ki, sisteminde bir kusurdur. Ama ilkelerini uygularken yanlış yapması, ilkelerin kendilerini geçersiz kılmaz”(Murat Belge’nin çevirisi, Birikim Yay. 1976, s.160). Hegel idealizminin değeri, ünlü bir diyalektikçinin şu çok doğru sözünde belirir: “Zeki idealizm, zeki maddeciliğe aptal maddecilikten çok daha yakındır”.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...